Ali Ural

Kuru kafalar dağıtıyor şair, sıraya girin. Beklemeye değer, zira avucunuza bırakılacak olan kendi başınızdır. Bir kupa gibi kaldıracaksınız onu havaya, bitirdiniz hayatınızı. Düdük çaldı ve oyuncular soyunma odalarına doğru yürümeye başladılar. Uzatmaları mı oynamak istiyordunuz, kesintileri vermedi mi hakem! Şair kalbinizden geçeni sezdi. Bir fırsat tanıdı size kurgusal dünyasında; bir tirat süresi yaşamaya ne dersiniz? Bütün ölüler alkışlayacak sizi, kemiklerinizin iliği tazelenecek sustuğunuzda. Fakat şairin elinize tutuşturduğu kâğıdı sesiniz titremeden okumak zorundasınız, çünkü hâlâ elinizde “olmak.” “Bütün mesele” buysa kadife perde çekilmeden yüzleşmelisiniz kendinizle.

Buraya kadar çok basit her şey. Aynanın karşısına dikilip yapacağınız tek iş, yansımanızın bütün ihtişamıyla parlak cama düşmesini beklemek. Ama o da ne! Yansıma bir derken iki, iki derken beş, beş derken yüz oluyor bir anda. Yalanlanamayacak kadar çoğalıyorsunuz da “Bunlar yalan, bunlar yabancı!” diye itirazda bulunamıyorsunuz. Onun yerine deliren nabzınızla sessizce aynanın karşısından çekilip uzaklaşırken tek parça haline geldiğinize inandırıyorsunuz kendinizi. Kapıyı çekip çıktığınızda, ışığı söndürüp odayı karanlığa gömdüğünüzde, buyurgan ayaklarınız sizi hızla şehrin öbür ucuna taşımaya başladığında, aynadaki yansımalarınız ketum mahfazalarından bir bir adım atıyor dünyanıza. Sizse bundan habersiz günlük işlere, kabaran dalgalara atılır gibi bırakıyorsunuz kendinizi.

“Olmak ya da olmamak” arasındaki ince çizgi yollarınızı hep ayırıyor yansımalarınızla. Kendinizi güvende hissetseniz de kalbiniz “işte bütün mesele” diye hatırlatıyor sürekli. Bütün mesele, tek bir renkten değil, yüzlerce ton farklılığından oluştuğunuzu kabul etmek. Ama endişelenmeyin! Kalbinizi ferah tutabilirsiniz çünkü yeryüzünün bütün sakinleri, sizinle aynı katmanları paylaşıyor.

Bu gerçek, sanmayın ki sadece kendi çağınızın bir çelişkisi. Sizden önceki dünyayı da istila ettiğini görmek için Shakespeare’in efsanevi karakterlerine bakmanız yeterli. Goethe’nin, “Tabiat, tabiat! Shakespeare karakterleri tabiattan başka bir şey değil!” haykırışı, derin bir oh çekmenizi sağlayabilir. Yalnız değilsiniz, müjdeler olsun! İnsan, yüzyıllar boyunca hiç değişmedi, müjdeler olsun! Umudunuzu yok edecek kadar yaralamış olamazsınız kendinizi. İyilik tohumlarınıza rağmen kötü olmanıza, kötülük tohumlarınıza rağmen iyi olmanıza şaşırmayın. Tuba da zakkum da sizin için.

Shakespeare, insanın melek ve şeytanı aynı anda ruhuna sığdırabileceğini görmekle kalmadı, bu mucizevi buluşunu sahnelere taşıdı soluk soluğa. Tiyatro denince akla ilk onun ismi geldiyse hep dünya hayatının bir oyun olduğunu keşfetmesindendi. Büyüledi evet her çağda seyircilerini, çünkü ayna kırıkları atmıştı kazanına, karıştırdıkça sinsi suretler düşüren sahneye. Katili pişmanlıkla boğuşturduğu gibi iyileri, kötülüğün davetlerine sağır kılmadı. Onun karakterleri, ne kâğıtta yazıldığı gibi kaldı ne de sahneye çıktığı gibi. Bir ruh üflenir gibi bedenlerine, canlandı bütün kuklalar. Ve büyük şair, Mimesis’in vazgeçilmez kopyalama kuralını, suflörlerin dillerine, oyuncuların rollerine serpiştirdi. Zaafları ve erdemleriyle dünyayı bir karartıp bir aydınlatıyordu insan!

Hamlet’in babasını öldürüp annesini sahiplenen o karanlık amca bile odasında bir başına kaldığında, ayna kırıklarıyla parçaladığı gecesine vicdan ateşinden bir parça ışık düşürmek isteyebilirdi. Başkasının değil kendi eline düşen insanın itiraf edemeyeceği bir şey yoktu çünkü. Hadi söyle Claudius, odanda yalnızsın. Seni Allah’tan başka kimse duyamaz! Çünkü, uğruna cinayet işlediğim her şey / Tacım, hırsım, kraliçem hâlâ bende. / Bağışlanabilir mi insan, sahip olduklarından vazgeçmedikçe? / Bu dünyanın kokuşmuş düzeninde, / Suçlunun altın kaplama eli. / Bir kenara itebilir adaleti. / Haksız kazanç, yasaların rüşvetçisi! / Ama bunlar göklerde değildir. / Orda yasa, hilekârlık yok, / Hakikatin de hakikati var. / Ve biz suçlarımızla yüz yüze geldiğimizde / Tanıklık etmeliyiz kendi aleyhimizde. / Peki ya sonrası? Ne kalıyor geriye? / Pişmanlığın neler yapabileceğini görmek…/ Ya yapamıyorsa? / Pişmanlık ne yapsın, insan pişman olamıyorsa? / Ah, ne acı bir durum!/ Kalbim ölüm kadar kara, / Ökseye yakalanmış ruhum! / Büsbütün tutuluyorsun uçmaya çalıştıkça!/ Ey melekler yardım edin! / Bir deneyin. İnatçı dizler çökün! / Ey çelik tellerle örülü kalbim! / Yeni doğmuş bebeğin sinirleri gibi yumuşa sen de! / Her şey düzelebilir.

Hamlet’in boynunda bir tarafında aşk diğer tarafında intikam olan bir madalyonun parladığını görenler, bu madalyonu iki yüzden ibaret sanabilir. Oysa Hamlet, bir yüzleşme; Hamlet, ayartıcı karşısında sadık bir kalp; Hamlet, intikam hırsıyla tutuşan ruhlara bir serinlik vaadi; Hamlet, hakiki manada insan olabilmenin provası; Hamlet, zaafları ve yücelikleri kefelerinde dengeleyen bir terazi; Hamlet, yeryüzünün her köşesinde kendini durmaksızın gösteren bir gezgin; Hamlet, hakikat ve yine hakikattir.

Hamlet’in, aynı zamanda akıl ve delilik arasında gidip gelen dev bir sarkaç olduğunu da söyleyebiliriz. İnsanın gözünü, hırslarının ve hayvani dürtülerinin kör etmeye çalışmasına bir başkaldırı olduğunu da. Hamlet’in konuşmaları, bazen aklın sınırlarını aşıp delilik ülkesine ayak basıyor fark ettirmeden çünkü Shakespeare, karakterlerinden Polonius’un diline şu kelimeleri yerleştiriyor: “Aklın, mantığın ortaya çıkaramadığı, cevherleri, / Delilik bulup çıkarıyor çoğu kez.” Şair biliyor, gerçeğin ancak delilik kisvesiyle tehlikesiz bir şekilde söylenebileceğini.

Şair başka şeyler de biliyor. Örneğin vatanı İngiltere’yi hiçbir zaman oyunlarına bir dekor yapamayacağını ya da sadık bir Hristiyan olarak Tanrı’nın kutsal adını sahneye taşıyarak –ki o dönemde Tanrı kelimesinin sahnede telaffuz edilmesi yasaktı- onu muhtemel eleştirilere maruz bırakamayacağını. Bunun yerine, oyunlarını biraz zamandan biraz da mekândan soyutlayarak, çağının aynadaki yansımasını dalgalı hâle getirerek flu bir görüntü verebilir pekâlâ. Danimarka ne güne duruyor, kötü olan yabancı toprakların insanlarıydı madem. Bu felsefeye inandırabilirse seyircilerini Shakespeare, kendi ülkesindeki aksaklıkları eleştirdiğini kimse anlamayabilirdi. O vakit kimse de yadırgamazdı mezar kazıcılarının ölüler diyarına salladıkları küreklere şarkıları eşlik ettirmelerini. Şarkının tınısıyla gevşeyen seyirci, mezar kazıcıların ellerinde bir dolunay gibi doğan kafatasıyla toplumun bir kesimine kelimelerin sivriltilip batırıldığını anlamıyordu.

Hamlet her ne kadar iyilik ve kötülük arasında gidip gelse de babasının sürekli ortaya çıkan ve kardeşinin kendisini öldürdüğünü söyleyen hayaleti sayesinde sonunda zaaflarına yenik düşerek hem kendi hem de ailesinin ölümünü hazırlamaktan geri durmadı. Çünkü o bir tragedyaya doğurtulmuştu şairi tarafından. Ne bekleyebilirdi onu artık bir felaketten başka! Yine de öğüt veremeyeceği anlamına gelmiyordu bu. Başkaları kendisi gibi hırsları yüzünden yok olmasın diye konuşuyordu susma vaktinde, başka bir şey için değil. Öğüt bu, kimse kulak vermese de geri durmak ne mümkün:

Candan ol, ama bayağılaşma. / Sınanmış dostlarını çelik kelepçelerle bağla ruhuna. / Ama mertliğe erişememiş her yeni yetmeye, / Elini uzatıp da nasır bağlatma avuçlarına. / Kavgaya girmekten sakın,/ Ama girmişsen bir kere, öyle vuruş ki, karşındaki korksun senden. / Herkese kulak ver, ama az kullan dilini / Herkesin fikrini al, ama kendine sakla düşünceni./ Kesen el verdiğince güzel giyinmeye bak,/ Ama süslü olmasın. / Zevkli giyin, ama gösterişe kaçmasın. (…) Ne borçlu ol, ne alacaklı./ Çünkü borç veren,/ Çoğu kez hem parasından olur, hem dostundan./ Borç almaksa, tutumluluğu köreltir./ Hepsinden önemlisi kendine karşı dürüst ol; / O zaman kimseyi aldatamazsın./ Gece ve gündüz gibi art arda gelir bunlar. / Güle güle. / Amacına ulaşman için, öğütlerim yol göstersin.

Şairin, elinize tutuşturduğu kâğıt hâlâ heyecanlı bir kalp gibi atıyor mu? Sesiniz rüzgârla yoğrulmuş gibi titriyor mu hâlâ? Sahnenin ağır perdeleri sizi aynanızdan ayırırken ruhunuzda birçok “ben”in dolaşmaya başladığını fark ediyor musunuz? Evetse cevabınız, kuru bir kafatasına dönüşmeden önce dillerinizi ve kalplerinizi hakikat saatine ayarlamaya ne dersiniz. İşte bütün mesele! 

Arka Kapak dergisi 32. sayı