Röportaj: Gökçe Özder

Çocuk edebiyatı, yayıncılık sahasında günden güne popülerliğini artırsa da akademik seviyede halen daha çalışmaların kısıtlı olduğu bir alan. Meseleye eğitim perspektifinden bakmak çok yaygın. Ama bunu yaparken işin edebi, sosyal, kültürel ve siyasi boyutunu atlamak gibi birtakım sorunlar ortaya çıkabiliyor. Zeynep Kevser Şerefoğlu Danış İstanbul Üniversitesinde Yeni Türk Edebiyatı doktorasını 2012’de tamamladı. Şu an Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi Toplum Araştırmaları ve Uygulama Merkezi müdürlüğünü sürdüren ve doktor öğretim üyesi olarak görev yapan Zeynep Kevser Şerefoğlu Daniş’le çocuk edebiyatının akademideki yeri, üniversitelerdeki çocuk edebiyatı derslerinin niteliği, toplumsal cinsiyet ve çocuk edebiyatı ilişkisi gibi pek çok konuda konuşmak üzere Üsküdar Atik Valide’deki tarihi yerleşkede bir araya geldik. 

 

Türk Edebiyatı alanında doktora yapan, daha önce üniversitede çalışmış biri olarak özellikle bizim alanımızda çocuk edebiyatının biraz küçümsendiğini gözlemliyorum. Bu düşüncemi paylaşır mısınız? Sanki biraz da “kadınsı” bir alan olduğu için küçümseniyor gibi geliyor. Sizin de benzer gözlemleriniz var mı? Eğer böyle düşünüyorsanız bunu neye bağlayabiliriz?

Keşke buna katılmıyor olsam. “Yok böyle bir şey” diyebilsek… Ama evet maalesef özellikle Türk Dili ve Edebiyatı alanında çocuk edebiyatı makalelerinin, çalışmalarının “yeteri kadar akademik bulunmadığı için” doçentlik dosyalarından çıkarıldığını, üstünün çizildiğini, alan dışı kabul edildiğini görüyoruz. Çünkü edebiyat ciddi bir iş ve bunun çocuk için olanının kanona dahil edilmesi bu ciddi sahaya halel getirebilir(!). Kapsayıcılığı problemli, kategorize etmekte mahir, kadın edebiyatı, daha altta muhafazakâr kadın edebiyatı, bir köşecikte çocuk edebiyatı diye ana eksene erkek sesin yerleştiği ve kanonun genel olarak siyasi veya dönem kaygılarıyla oluşturulmuş bir erk raconla belirlendiği sistemde pek çok şeyi kaçırmış oluyoruz aslında. Dolayısıyla edebiyat akademisinde iseniz, oyun bozmaya niyetli olanlar ve hayata akademik pragmatizm içinden bakmayanlar için bence çocuk edebiyatı sahası…

Erkeklerin devlet kadınların aile kurduğu, öyle olması gerektiğine inanıldığı ve iş bölümlerinin bu anlayışa göre yapıldığı, kamusal ya da aile sermayelerinin buna göre dağıtıldığı bir düzlemde tabii ki kadın ve çocukla ilgili her şey de ikincil bir düzleme itilmiş oluyor. Akademi tam da bunu tersyüz etmenin, buradaki açıkları kapatmanın, buraya bir inşa imkânı vermenin yeri değil midir? Dolayısıyla çocuk edebiyatının küçümsenmesinin de evet kadınsılaşmak, ötekileştirmek ve ana eksenden, kanonu oluşturan, tarihi yapan erkekler silsilesinden uzakta durduğuna inanılmasına bağlıyorum. Ama bununla çelişen bir çocuk edebiyatı ilgisi de var piyasada. Akademinin henüz görmediği ve görmemesinin nelere mal olacağını da sonradan fark edeceğini düşündüğüm bir akış da var. Kanon, gönüllü olarak kimsenin kapısını çalmaz. Otoritesine zarar gelmesini istemez. Rol paylaşımını arzulamaz. Bir mecburiyet, bir ihtiyaç hâsıl olmuştur da kadının çocuğun kapısı çalınmıştır.  Sosyolojik, iktisadi veya siyasi daralmalar, sıkışmalarda meydana göreve sahaya çağrılır kanon dışı kalanlar. Çocuk edebiyatında da böyle bir durum var. Bu da kaygı odaklı olmakla alakalı diye düşünüyorum. Çocuk edebiyatına ilgimiz de “nesil nereye gidiyor”, “gidişat iyi değil”, “bize bizi sürdüren vatandaş lazım” kaygısıyla oluşuyor. Oysa bunun çok ötesinde ve dışında tarih yazılırken, aksiyonlar alınırken, roller paylaşılırken her yaşa, her iki cinse, her tecrübeye, çocuğa gence ve yaşlıya açtığımız bir alan olmalı. Burada bir ikiyüzlülük var. Kadına ve çocuğa gündelik pratikte veya edebi kanon içinde yer vermiyoruz, görmezden geliyoruz. Yahut yer verirken kategorize ediyoruz, ana akım kanonun dışına itiyor, sıkıştırıyoruz. Ama ihtiyaç halinde çocuk edebiyatı metinleri bir sürü mesajı içersin, makbul, muteber, donanımlı çocuk yetiştirsin istiyoruz. Tehlike addettiğimiz bütün sorunlara reçeteler üretsin istiyoruz. Ama akademisi, eleştirisi oluşmamış bir çocuk edebiyatı bu şekliyle nasıl yola devam edebilir, bunu düşünmüyoruz.

Bahsettiğiniz mesaj verme kaygısından dolayı olsa gerek çocuk edebiyatı daha çok Türkçe veya Edebiyat Eğitimi gibi alanlarınca sahipleniliyor sanki. Çocuk edebiyatı ürünlerine edebiyat değil de daha ziyade eğitim aracı olarak baktığımızın bir göstergesi gibi geliyor bu da. Fakat burada ortaya, çocuk edebiyatını büyük oranda eğitimci gözüyle, çocuğun psikolojisi açısından değerlendiren araştırmalar çıkıyor. Çocuk edebiyatını, edebiyat olarak kabul etmekte mi zorlanıyoruz yoksa pedagoji alanıyla bütünleşik olması sebebiyle sadece edebi değerini konuşamıyor muyuz?

Doğru söylüyorsunuz, çünkü akademi çocuk edebiyatı metnini okumaya tenezzül etmiyor. Bir metin çocuk edebiyatı kategorisine girdiği an ötekileştiriliyor, dolayısıyla bir eleştiriye tabi tutulmayı hak bile etmiyor. Zihinlerdeki kategorizasyon edebiyat akademisinin, eleştirisinin çocuk edebiyatı metnine ısınmasını engelliyor ve bu şekliyle çok şey kaybediyoruz.

Edebiyat fakültesi değil de daha çok eğitim fakültesinde yer almasının sebebi pragmatik bir biçimde çocuğa ulaşacağız, eğitim vereceğiz, dolayısıyla bu bizim için bir ilaç, ihtiyaç düşüncesi. Bir kere herhangi bir fakültenin bünyesi içinde yer alması önemli ama çocuk edebiyatını verirken acaba ne veriyoruz? Çocuk edebiyatı türlerinin özellikleri dışında, metinlerin edebi düzlemi, çocukluğun tarihi ya da inşası ne kadar devreye giriyor? Bunlar tartışmalı. Dolayısıyla oluşum mekanizmalarını, boyutlarını, sürecini, tarihselliğini bilmediğimiz bir ürünün eleştirisi konusunda istesek de ne kadar başarılı olabiliriz, bundan emin değilim.

Bu soruyu sormasam olmazdı: Biliyorsunuz Cemal Süreya’nın meşhur bir sözü var, Aritmetik İyi Kuşlar Pekiyi’nin girişinde: “Edebiyat vardır. Çocuklar da ondan kendilerine göre koparabildiklerini alırlar. Çocuğu küçümseme yatıyor ‘çocuk edebiyatı’ sözünde. Bırakalım, çocuk da yüzmeyi (okuma yazma) öğrendikten sonra bizim girdiğimiz denize girsin,” Siz bir çocuk edebiyatı araştırmacısı olarak bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Açık söylemek gerekirse ben de bu kült kanon anlayışı içerisinde çocuk edebiyatına çok uzaktım. Çocuk edebiyatı, edebi metinlerle tanıştıktan, bu metinlere yaklaştıktan sonra beni bir edebiyat araştırmacısı olarak cezbetti. Cemal Süreya’nın bu sözüne de çok mesafeliydim açıkçası. Çocuklar için ayrı bir kategori vardır, o daha özel bir şeydir, çocuklarla irtibatı olanlar bilir, çocuk psikologları daha iyi anlar, derken baktım ki aslında çocuk edebiyatı metinleri vesilesiyle koca romanlarla ifade etmeye çalıştığımız pek çok şey nokta atışlı geliyor karşımıza. Kişisel olarak okumaktan çok zevk aldığım çokça metin oldu. Dolayısıyla ortada hakikaten çocukları indirgediğimiz bir sürecin olduğunu ben de düşünüyor ve Cemal Süreya’ya bu noktada hak veriyorum. Bu kadar yapılandırılmış, tasnif edilmiş, yaş gruplarına göre şekillendirilmiş, işlev verilmiş bir boyut her biri farklı özellikte ve fıtratta yaratılmış bir canlıyı çokça sıkıştırmak anlamına geliyor. Sadece belki dönemsel olarak çocukların maruz kaldığı şartlar ve hazırbulunuşluk düzeylerini ebeveynler olarak yoklayarak kitapları çocuklarla buluşturma zorunluluğu var. Ama onun dışında ben git gide Cemal Süreya’ya hak verdiğimi düşünüyorum. En azından büyüklerle çocukların neredeyse ayrılmadığı ve yaş gruplarına göre ayrılmayan bir çocuk edebiyatı var. Bunu konuşacağız gibi geliyor ileriki dönemlerde.

Cemal Süreya şimdiki kategorizasyon çılgınlığını görse çıldırırdı herhâlde. Eskiden sadece çocuk-genç kitabı diye ayırırken şimdi neredeyse her yaşa farklı kitap okutacak duruma geldik. 

Veya üzerlerinde değerlerin, reçetelerin yazdığı kitaplar oluştu. Ama biz neyi planlarsak planlayalım, neyi hedeflersek hedefleyelim, nasıl kategorize edersek, yolları, sınırları nasıl çizersek çizelim yaratıcı bir çocuk muhayyilesinin o edebi verimden ne alacağını kesinlikle bilemiyoruz. İşte işin edebi tarafı da tam burada yatıyor. O yüzden çocuk edebiyatı bütün kısıtlamalara rağmen kendini gerçekleştireceği başka bir boyuta geçecek bence.

Bu kategorileştirme mevzusu da kapitalizmle alakalı bir şey sanki. Buna bağlı olarak benim gözlemlediğim başka bir şey daha var: Türkiye’de yaratıcı yazarlık atölyeleri yaygınlaştıktan bir süre sonra, birbirinin benzeri pek çok öykü okumuştuk. Şimdilerde benzer bir süreç çocuk edebiyatı için geçerli. Çok sayıda “Çocuk kitabı yazma” atölyesi var. Bu bir süre sonra birbirinin aynı olan çocuk kitaplarına dönüşür mü? Bu atölyeleri ve metin yazarlığı formülleriyle hazırlanmış eserleri nasıl değerlendirmeliyiz?

Odaklandığımız şey sadece bu matematik, girdi-çıktı ilişkisi. Ama zaman bunların hepsini süpürüyor ve iyi metni kalıcı kılıyor. Yine de şöyle bakıyorum: Bu alana ilgi duyanlar açısından baktığınızda bir potansiyel var. Bu ilgi bir saha yarattı. Ve bu tarz eğitimlerin edebiyat eleştirisini içerdiği bir mecra oluşturmadık, çok tıkalı her yer. İnsanların merak duyması çok normal.  Atölyecilik burayı atlamayacaktır. Atlamıyor da… Ama bu atölyelerdeki örneğin 10-20 katılımcıdan 1-2 kişi de olsa, atölyedeki tarifleri de bozup ilhamıyla yeniden kuracak üretimler ortaya koyacaktır. Kaldı ki artık sadece metni konuşamadığımız bir düzlemdeyiz.

Tabii bu arada aynı şekilde yazarlık gibi illüstratörlük atölyeleri de çok yaygınlaştı. 

Evet, görsel metin de işin içinde. Yenilikçi çizgiler, çizginin ve metnin birbirini etkileyip üretimi yeniden yapılandırması, artık yazarın ve çizerin birlikte oluşturduğu yeni bir atmosfere alan açtı. Bu birliktelik, bu üretim karşılığını buluyor. Güzel örnekler geliyor.

Ebeveyn de öğretmen de bu çok boyutlu ilişkiye iştirak ettiği sürece, iyi metnin, iyi ürünün öne çıktığı, diğerlerinin yavaş yavaş kaybolduğu bir düzlemi göreceğiz beraberce. Ama burada şu şerhi düşüyorum: Okulların toplu alımları, toplu talepleri, okul-yayınevi anlaşmaları benim tam olarak algılayabildiğim, yorum yapabildiğim bir düzlem değil. Buradaki rakamlar ve ilişkilerin sonuçlarını ayrı tutuyorum.

Çocuk edebiyatı söz konusu olduğu zaman okul-yayınevi anlaşmaları sahiden işin çok önemli bir boyutunu oluşturuyor. Bir yandan da işin sosyal medya boyutu var. Kitabın niteliğinden bağımsız olarak belki popülerlik üzerinden bir kitabın satması meselesi… 

Medya okuryazarlığımız da günden güne gelişiyor. Burada da hiç umutsuz değilim. Çünkü kimin sosyal medyasında gerçekten arkasında durduğu bir içerik veya ciddi bir fayda bağlamında öneride bulunduğunu, kimin sadece işbirlikleri bağlamında paylaşımlar yaptığını ayırt edebilecek bir düzeye geliyor sosyal medya kullanıcısı. Bu noktada açık söylemek gerekirse sosyal medyanın hakkını şöyle yiyemem: Yeni annenin veya yeni öğretmenin de bir mecrası olması gerekiyordu. Eski annelik biçimlerinin ulus inşa sürecinde eleştirildiği, kötülendiği, devre dışı bırakıldığı bir düzlemde yeni annelik etme modellerinin de çocukla kitap ilişkisini kurmanın da yolunu arayan pek çok anne yalnızdı. Her şeyi en başından başlayarak anlamaya çalışmak korkunç bir zaman ve enerji kaybı. Geleneğin bütün konforundan yoksunsunuz. Çünkü pek çok saikle belli dönemler hayatınızdan çıkarılmış. Sonrasında da siz bağlantıları kesik bir anneliği modellemek istememişsiniz. Bu noktada sosyal medya yeni anneye çok destek verdi, veriyor. Evet, sosyal medyayla kurduğumuz ilişki pek çok problemli işbirliğini içeriyor bile olsa süreç içerisinde gerçekten sıhhatli olanla olmayanın ayrılacağını ve herkesin kendi kitlesini bulacağını düşünüyorum. Dolayısıyla seçtiğimiz kitleye göre veya takip ettiğimiz kişiye göre bu iş şekillenecek. Büsbütün bir sosyal medya eleştirisi yapmak anlamlı ve gerçekçi değil.

Tekrar konuyu akademi ve çocuk edebiyatı bağlamına döndürmek istiyorum. Bir yazarın çocuk kitaplarıyla diğer metinlerini bir arada değerlendirmek doğru olur mu? Ya da bir dönemi çalışırken örneğin, sadece ana akım edebiyata değil de çocuk veya kadın yazınına da bakmak ne kadar doğru bir yöntem?

Şu an bu hayatı yaşarken akademide, eğitimde, siyasette, ticarette bir sürü şey oluyor ve burayla ilgili yorum yaparken de hiçbir zaman tarihi o günkü haliyle o günkü atmosferiyle anlayamayacağız. Burada Paul Veyne’e katılıyorum. Tarih yaşandı ve bir daha yaşanmayacak. Hiçbir zaman o gün bir daha ayniyle tecrübe edilmeyecek. Ama sonuçta tarihte ne oldu sorusuna cevap için gerçeğe yakın bir cevap arayışındaysak gündelik hayat pratikleriyle siyaseti, eğitimi, her şeyi bütüncül olarak düşünmek zorundayız.

Metin eleştirisi dediğimizdeyse başka bir yere geliyoruz. Eğer biz yazarın toplamda psikanalitik eleştirisi veya bu yazarın kullandığı izlekle ilgili bir şeye bakıyorsak elbette ki bütün eserlerine bakmalıyız.

Örneğin Cahit Zarifoğlu’nu çocuk kitaplarıyla birlikte düşündüğümde şunu gözlemledim: Dünyanın büyükleşmiş kısmına çok da ermek istemeyen, tecrübenin, deneyimin saf haliyle ilişki kurmak isteyen, kullandığı semiyotik dille birlikte düşününce tüm yazdıkları bana bir bütün olarak çocuk kalmak isteyen bir adam olarak görünüyor. Çocuk edebiyatıyla hassaten ilgilenen veya dönüp bir daha yazmak isteyen, kanon içine dahil olmasına rağmen burada da varlık göstermek isteyen insanlarda şu an tespit edebildiğim bir şey bu: Öğrenilmişlik, kurgulanmışlık, kategorize edilmişlik halinden azade olma, çocuklukta kalma isteği… Ama bununla birlikte her bir edebi metin, çocuk edebiyatı metni de kendi başına ve yazarın tercihinden veya iddia ettiklerinden bağımsız eleştirilmeyi hak ediyor.

Bu soruyu sorarken aslında biraz da şunu kastetmiştim, genellikle bir edebiyat araştırmacısı bir yazarın öykülerini, romanlarını, şiirlerini eleştirir ama çocuk edebiyatı metinlerini hep arka planda, ayrı tutar…

Eğer bütün eserleri deyip bir de bu var diyorsak orada en baştan beri konuştuğumuz kanon meselesi devreye giriyor. Ben buna yeni bir yazımda “hiyerarşik piramidal düzlem” dedim. Piramidin asıl yeri, ana yeri o erkek yazar veya şaire ait, her şey onun üstünde dönüyor. Geri kalan kısmını kadınlar, çocuklar bir şekilde paylaşıyorlar. Hatta sadece erkek ve kadın da değil, mesela Cumhuriyet’ten sonra farklı milletlerden olan yazarlar için de geçerli oldu bu durum. Laurent Mignon Ana Metne Taşınan Dipnotlar’da dipnot olarak tanımlıyor bu yazarları. Hâlbuki ona oradan ayaklandırıp ana akım olarak görmek lazım. Çünkü yaşandığı dönemde ana akımdı. Gerçekle bir ilişkimiz olduğunu düşünüyorsak, anlamak istiyorsak yerli yerine koymak zorundayız.

Sanki bu dipnot olma hali çocukların edebi metinlerde görünürlüğünde de söz konusu. Örneğin Tanpınar, Oğuz Atay, Yakup Kadri gibi kanonik isimlerin eserlerinde pek rastlamıyoruz çocuklara. Vüsat O. Bener’in Havva‘sını mesela çok överiz, yere göğe koyamayız başkahramanı çocuk diye. Ama bir yandan da çocuk gözünü bu tür metinlerde az görürüz. Sanki bu da o dipnot olma haliyle alakalı. 

Kesinlikle öyle. Mesela İlhan Tarus’un bir roman üçlemesi var. Okurken bir baktım bir yerden çocuk çıktı. Ne zaman? Artık Kurtuluş Savaşı başlayacak ve genç potansiyele ihtiyaç var. Yani yine çok pragmatik bir düzlemde. Peyami Safa’ya bakın, Yakup Kadri’ye bakın. Çocuk yoktur. Bir bozulma varsa kadından başlar noktasında kadını görürüz. Onlarda “bayrağı ileri taşıyacak çocuk” meselesine gelinmediği için çocuk ortalarda görülmez. Kadını ulus inşa sonrası hedef çizme, sınır koyma çabasındadırlar henüz.

Şimdi siz Peyami Safa deyince aklıma geldi. Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’nu farklı bir yere koyabiliriz belki.

Ben buradaki acılar içerisindeki mahzun genci yine aslında medeniyet yolunda kaybetmiş, hasta adam figürünü işaretleyen biri olarak görüyorum. Yani ruhu çok hasta, ruhu çok yaşlı. Gençliğini bile yaşayamadan giden bir şey var orada.

Zihinde yeri olmayanın kurguda da yeri olmuyor. Ya da İlhan Torus örneğindeki gibi ihtiyaç halinde devreye giriyor.

Özellikle ülkenin ideolojik kırılma yaşadığı dönemlerde bir anda çocuğumuzun aldığı eğitim, inandığımız değerler her neyse onu sürdürme potansiyeli çok önemli hale geliyor. Dolayısıyla pragmatik bir biçimde, ihtiyaç halinde birer sembol, simge, sürdürülebilirliği kanıtlayan birer nişane olarak lazım oluyor çocuklar. Ama 18 yaşına kadar bunlar nerede yetişiyor, nasıl bir iklimde yetişiyor, kim yetiştiriyor, çok önemsemiyoruz bunları. Topluma karışmalarına sıcak bakılmıyor. Düğün pistlerinde asla yer yok. Kamusal sermayede yer yok. Sonra ne oluyorsa oluyor, bir anda öğrenmesi gereken her şeyi öğrenmiş, taşıması gereken tüm değerleri taşıyan, “olmuş biri” olarak kamuya çıkması bekleniyor. Yanılma, yenilme, düşme ihtimali, hata potansiyeli olmayan ama ortalarda da gözükmeyen, bir yerlerde kendi kendine inşa olması gereken, çoklukla ‘hatalı çıktığında’, beğenilmediğine annenin mesul tutulduğu bir şeyler gibi bu çocuklar.

Bu bakımdan düşününce ben Tevfik Fikret’in Şermin’inden çok etkilenirim. Oradaki kahraman çok çocuktur. Benzer şekilde Ömer Seyfettin’in çocuk kahramanlarını çocuk edebiyatı metni olarak düşünmesek de bana o çocuksuluk çok tatlı gelir. Yaramazlıklar filan…

Orada da Fikret’in özel hayatında yaşadıkları sonucu bir ihtiyaç halinde Şermin’i yarattığını görürüz. Kendi çocuğunun başına gelenlerden sonra bakmam gereken bir çocuk var duygusuyla oluşturur Şermin’i. Yahut Ömer Seyfettin için de artık 1912 Trablusgarp Savaşı, Selanik’te bomba sesleri duyulmuş… Yani sahaya çağrılışının yine bir amacı var çocuğun.

Siz aynı zamanda Türk Dili ve Edebiyatı bölümünde lisans düzeyinde Çocuk Edebiyatı dersi veriyorsunuz. Bu dersin izlencesini hazırlarken çocuk edebiyatını nereye konumlandırıyorsunuz? Nasıl bir perspektif kazandırmayı amaçlıyorsunuz?

Bu dersin izlencesini hazırlarken çok zorlandığımı söylemeliyim. Çünkü geçmişte dersi almışlığım yoktu. Çocuk edebiyatının varlığını ve eleştiriye açık bir edebiyat olduğunu keşfetmemin çocuk sahibi olmamla ilgili olması ülkenin çok acı bir gerçeği. Yani erkek kadın, çocuklu çocuksuz fark etmez toplum olarak çocuk sermayesi ile yetişmiyoruz.

Bundan sonrasında çok fazla izlence inceledim. Genel olarak karşıma çıkan şey izlencelerin türler etrafında şekillendiğiydi. Fakat bu türlerin dönemler içerisinde bambaşka beklentilerle çocuğa yönelmiş olması beni süreç içerisinde çocukluğun inşası meselesine itti. Batı’da çocukluğun inşası,  Rousseau’nun Emile’si, Doğu’da çocukluğun algılanış biçimleri, çocuk sosyolojisi diye bir şeyin oluşması, masala karşı birbirinden farklı bakışlar, metinlerdeki cinsiyet söylemi, Türkiye’deki gelişimi esnasındaki ütopik veya mesajlı metinler derken aslında izlenceyi hazırlarken zorlandım. Dönemin yarısı çocukluğu, çocukluk kurgusunu anlamaya çalışmakla geçiyor ve her zaman keşke bu ders iki dönem olsa diyorum. Edebiyat eleştirisi kısmı ilk izlencede çok azdı. Üç senedir izlencem halden hale girdi. Öğrencilerle birlikte okuyor, öğreniyor ve yeni metinlerle heyecan duyuyoruz.

Biraz çocuk edebiyatında toplumsal cinsiyet meselesi üzerine de konuşmak istiyorum. Okul öncesi düzeyinde duyguların cinsiyetlendirilerek anlatıldığı hemen her durumda öfke erkek, hüzün ve yardımseverlik kadın; büyük yaş gruplarında arkadaş grubu içinde teknoloji kullanan erkek, planlama yapan kadın gibi kesin ayrıştırmalar oldukça yaygın. Öte yandan bunu yıkmaya çalışan örneğin Türkçede Ahmet Büke’nin çocuk kitaplarını görüyoruz. Cinsiyet rollerini tersine çeviriyor. Pedagojik açıdan çokça araştırma yapılan bu konuyu edebiyat açısından ele alırsak neler söyleyebiliriz?

Çocuk edebiyatıyla toplumsal cinsiyet arasında müthiş bir bağlantı olduğunu yine izlence hazırladığım ikinci senede fark ettim. Çünkü çocukluk inşasını kuran öncü isimlerden biri Rousseau. Emile ile bu kapıyı açıyor. Bizim toplumsal cinsiyet açısından en önemli metinlerden biri olarak düşündüğümüz, ilklerin arasına koyduğumuz Mary Wollstonecraft’un Kadın Haklarının Gerekçelendirilmesi kitabı da Emile içerisindeki kadın ve anne konumlanmasına itirazla başlıyor. Aydınlanma’nın yeni vatandaşı olarak sadece beyaz erkeğin erkek yavrusunun görülmesini Mary Wollstonecraft eleştiriyor. Tam da bu karşılaşma benim için çok kıymetli oldu. Kadınların “Hani eşit vatandaştık?” “Hani Orta Çağ eleştirisi yapıp yeni bir aydınlanmayı birlikte ortaya çıkaracaktık?” soruları Rousseau tarafından cevapsız bırakılıyor. Pek çok çocuk edebiyatı makalesinde Rousseau referansı var. Tamam iyi güzel ama Emile’nin bir beyaz ve dünyaya hâkim olacak erkek çocuk vurgusu gözden kaçıyor. Bu gerekçelendirme ve arka planı anlama meselesi çok önemli. Bizim sosyal bilimlerde pek çok şeyi buradaki tartışmaları bilmeksizin almamız çok büyük bir problem.  Bu yapısökümü feminist eleştiri yapıyor. Feminist eleştiriye karşı mesafemiz ve kaygıyla yaklaşımımız veya yapısökümün sonuçta Tanrı’nın inkârına gidip işleri bozacağına dair endişemiz, feminist eleştirinin sorunsallaştırdığı, adaletsizliğini açık ettiği birçok kült konuyu; hakkındaki tartışmalardan bağımsız 19. yy Avrupası’ndaki hiç tartışılmamış hali ile ithal etmemize sebep oluyor. Çocukluk konusunda Wollstonecraft eleştirisi zikredilmeden kopyalanan Rousseau görüşleri, metinleri eksik bırakıyor maalesef.

Batı masallarının namı bu noktada kötü. Çaresiz, korunmaya muhtaç, kuleden kurtarılacak, öpüp uyandırılacak, ayakkabı denenip kendisi alınacak beden güzelliği ile öne çıkan, hep merhametli, sessiz, sakin, altın kalpli kızlar… Çok pirüpak değil ama yine de her şeye rağmen Doğu masallarında “Bamsı Beyrek’le Banu Çiçek” hikâyesinde at sırtında birbirleriyle mücadele eden bir kadınla erkeğe rastlayabiliyoruz. Coğrafyanın çok genişlemediği, toprakla iletişimin devam ettiği Selçuklu örneklerinde daha eşitlikçi hikâyeler duymak mümkün. Geçmişe dair konuşurken bunlar bizim için umut verici şeyler. Ama toplamda baktığımızda maalesef gündelik algımız neyse öykülere, kurgulara geçen de bu. Bu sebeple çocuk edebiyatı eleştirisi, dünyanın bütününü etkileyen Batı masallarının bu noktadaki eksik ve problemli taraflarını göstermek ve toplumsal cinsiyet sorununu da görmeli. Ama benim mesela Ahmet Büke’ye bazı itirazlarım var. Eyvah Babam Şiir Yazıyor’da bir bakıyoruz erkek belediyede telefonlara bakan bir memur ve şiir yazıyor. Anne ise uzaya giden bir astronot adayı. Burada çok iyi niyetle de yazılsa böyle bir bakışın istemese de kadın erkek ilişkisindeki eşitsizliği bu sefer tersinden vurguladığını düşünüyorum. Bu kadar başarılı bir kadını ancak bu kadar sessiz, kılıbık, kimsenin takdir etmediği ve hatta kızı ve eşi tarafından açıkça çekiştirilerek eksiklikleri yüzüne vurulan, şiirleri dinlenmek istemeyen bir erkek kaldırabilir gibi. Eril ve dişil roller tam tersine yeniden üretilmiş oluyor. Bunu çok sık yapıyoruz. Yapıyı bozmak yerine alıştığımız şeyi tersine çevirerek yeniden üretiyoruz. O sebeple pek çok iyi niyetli metnin bu kurguyu dağıtmak konusunda çok başarılı olamadığını ama önemli denemeler olduğunu söyleyeceğim. Fakat mesela Sara Şahinkanat’ın kaleme aldığı Annemin Çantası kendine ait bir hayatı olan ve aynı zamanda çocuklarıyla iletişimini de devam ettiren bir kadın örneği olarak önemli bir metin. Babamın Battaniyesi’yle bütüncül olarak baktığım zaman da evin içerisinde oyunu ve keyif almayı bilen, bir battaniyeden oyun çıkarabilme yetisini kuşanmış bir erkek görebiliyoruz ve illa da tersine bir rol vurgusu ve kaygısı olmaksızın ev ve kamusal alan sermayesinden eşit nasiplenmiş ebeveynler görebiliyoruz.

Sizin dediğinizi çok iyi anladım ama bana biraz bu şununla alakalı gibi geliyor: Bir şeyi çok baskılarsanız onun tam tersi radikal bir şekilde ortaya çıkar. Feminizmin ortaya çıktığı dönemlerde de bu böyle olmuş ya hani. 

Doğru, bu insanın ve sosyal bilimlerin doğasında var. Belki o an çok uzağa bir taş atılması gerekiyor. Onun yankılarının zamanla daha normalize olması söz konusu oluyor. Sonuçta Orta Çağ karanlığını ve cadı avlarını biz yaşamadık. Mavi çoraplılar ve feminizm işin doğası gereği ortaya çıktı. Ama onun da yumuşadığı karşılıklı eşit ilişkiyi gördüğü taraflar da var.

Sorularım bu kadardı. Çok teşekkür ediyorum. 

Estağfurullah, rica ederim.