Hasan Öztürk

Denemedi Demeyin, edebiyatı az buna karşılık duru dilli bir deneme kitabı. Romanları, çevirileri ve ‘yaratıcı yazma’ etkinlikleri ile bilinen Gülayşe Koçak, türün adını kitabının kapağına, tadını ise sayfalarına ekleyerek çıktı bu kez okur karşısına. Deneme yazılarından oluşan çok kitap vardır da edebiyatımızda kitabın kapağında “deneme” sözcüğü geçenler azdır; Gülayşe Koçak’ın kitabı, bu azlardan biri. Kitabın kapağındaki Denemedi Demeyin adı, ikilemeli söyleyişiyle olmalı Nermi Uygur’un Denemeli Denemesiz’ini anımsattı bana ne var ki kitabı okudukça Montaigne’in, “Herkes kitabımda beni, bende de kitabımı görsün” cümlesinin izinde yürüdüğümü gördüm.

Türün kurucu ustası Montaigne’in kitabı değil ama ‘deneme’ denince nedense ‘edebiyat’ içerikli belki biraz da bilgilendirici metinler okuyacağımızı düşünürüz. Bu türde yazanların çoklukla edebiyat ortamından gelmelerindendir belki de bu algımız, bilemiyorum. Dört bölümden oluşan Denemedi Demeyin kitabının edebiyat için ayrılan mütevazı son bölümünün başlığı da ilginç: “Edebiyat Paralamadı” da Demeyin. Kitabın bütünündeki yazılarda, andığım başlıktaki bu içtenlikli mizahi dilin egemen olduğunu söylemeliyim. Kitap için ‘edebiyatı az’ derken bu son bölüm başlığının adını ve altındaki biri mektup, dört yazıyı ölçü aldım.

Diplomat, esprili, bedeni ve belleği diri bir babanın, çoklukla yurt dışında yaşamış/okumuş şanslı kızının denemelerinde doya doya bir yaşanmışlığı ve bu yaşanmışlığın içinde kendine bakan, kendisini yazan bir kalemi gördüm. Dört bölümlük kitabın ilk üç bölümünün başlıklarına bakınız: “Evin Dağınık Halleri”, “Hayat Okulu” ve “İnsanlık Halleri”. Cümlemdeki ‘kendisi’ sözcüğünde aile içi ilişkiler, aşklar, politik tutumlar, annelik, aktivist eylemler, insan-komşu ilişkileri, komiklikler, memuriyetler, edebiyat etkinlikleri türünden ne çok şey saklı ama hepsi de oldukları/yaşandıkları biçimde yazılmış. Bütün bu söyleyeceklerimi, “şu güneşin altındaki her konuya merak duyduğu ve her konuda sürekli kitap okuduğu için siyaset, edebiyat, tarih, sanat, arkeoloji, müzik, mimari vs. müthiş bir kültür birikimine sahip” bir anne ile şakacı babanın, babasından da şakacı kızlarının, romancı Oya Baydar’a yazdığı mektubun “Her edebî metin, yazan hakkında bir şeyler ifşa eder.” cümlesine ekleyeceğim “belki de hiçbir edebi tür, deneme kadar özel ve yazarını damarından teşhir edici değildir” açıklamasıyla toparlayabileceğimi düşüyorum.

Deneme ustamız Suut Kemal Yetkin, 2 Ağustos 1951 tarihli “Deneme” başlıklı yazısında “Her ne zaman Denemeleri okumağa başlasam Montaigne’in masası üzerine eğdiği başını kaldırarak, yüzyılların sisleri arsından, uykulu zeki gözleriyle bana baktığını görür gibi olurum. Okuma bir konuşmaya döner.” diyor. Bir solukta okuyuverdiğim Denemedi Demeyin kitabı, Adorno’nun “Biçim Olarak Deneme” (Edebiyat Yazıları) başlıklı benzersiz yazısı ile Montaigne’i doğrulamış gibi geldi bana açıkçası, döndüm her iki öncüye yeniden. Deneme türünün çabasını, “çocuksuluğun esinini yansıtır” olmakla sınırlayan Adorrno’nun, ‘deneme’ için “Âdem ile Havva’dan değil de, neden söz edecekse ondan başlar; o konuda içinden ne geçiriyorsa onu söyler ve kendini sona gelmiş hissettiği yerde durur, söyleyecek bir şey kalmadığı yerde değil.” cümlesine bakıyorum yeniden. Böyle bir şey ‘deneme’ anlaşılan, hem çocuksu üstelik de başı sonu belli. Baba ve kızın, metinlere giren çocukluklarını okudukça “muzip insanlar farkında olmadan yaşlılıklarına yatırım yapıyor olabilirler mi” diye sormadan da edemiyorsunuz doğrusu. “Korkular Menüsünde Bugün Neler Var?” başlıklı yazıyı, “Âdem ile Havva’dan değil de, neden söz edecekse ondan başla”ması gereken ve tam yerinde duran denemeye örnek sayıyorum. 1977’de “Faşizme Geçit Yok” mitingine katılacak çocuklarını, “Yapmayın evladım, memleket kurtarmak size mi düştü?” uyarısıyla engellemeye çalışan anne-babayı, 2007’de “Memleket elden gidiyor, İran’a döneceğiz yakında, bütün dünya bizi bölmeyi kafaya koymuş siz farkında değilsiniz.” dediklerinde, “Yapma babacım, memleketi kurtarmak size mi düştü?” nakaratıyla uyaran çocukları… Denemecinin politik bir kaygısı yok yazıda konu açılsa nerelere  -Âdem’le Havva’ya- varır ucu ancak o, aile içi ilişkiyi anlatırken “kendini sona gelmiş hissettiği yerde” durmayı başarmış.

“Evin Dağınık Halleri” başlıklı bölümün, “yaratıcı yazma atölyesi” içinde yazılmış “deneme” konulu yazısının sonu: “Uff, ne yapsam, sorunlu! Acep bu yazıyı yırtsam mı? Ama o zaman da öğrencilerime kötü örnek olurum -yazmak kendimizi teşhir etmektir diye söylemiyor muyum hep- dolayısıyla dersin sonunda vakit artar da bunu sınıfta okumam gerekirse, mecburen bütün bu salakça düşüncelerimi ifşa etmek zorundayım. Ama işte, deneme dediğin, galiba tam da böyle bir şey…”  Montaigne, “Nasıl Yazmalı?” sorusuna kendi yazarlığıyla karşılık buluyor: “[B]enim yazımda asıl aradığım tam anlamıyla kendim olmasıdır. Ben yazarken rastgele gittiğim için bol bol hatalara düşerim. Bunları pekâlâ düzeltebilirdim. Ama o zaman, benim âdetim, malım olmuş kusurları düzeltmekle kendimi yanlış tanıtmış olurum.” Denemede ölçü, -yaşarken olduğu ölçüde- yazarken de kendi kendimiz olabilmek meselesi… “Başkaları insanoğlunu yetiştiredursun, ben onu anlatıyorum”  diyen Montaigne’in vurgusu önemli: İnsanı anlatmak. Gülayşe Koçak denemeciliğinin ayırt edici yönü de bu. Kişinin kendi bedenini kusurlarıyla tanıyarak benimsemesi, başka bedenlere/ben’lere onları nesneleştirmeden bakması, biyolojik ölümlerin acısını paylaşarak azaltırken terk edilen kişinin ölüm acısını bilmezlikten gelme çekincelerimiz gibi insanlık durumlarının yaşandığı dünyada “Ne mutlu, bu dünyayı hep birlikte paylaşabiliyoruz, diyene!” duyurusunu daha yüksek sesle söyleyebilmek için “İnsanlık Halleri” güzel yazılar içeren bir bölüm.

Son bölüm, yazı, edebiyat ve roman. Gülayşe Koçak, babasından devraldığı kültürel mirası yaşatıyor, kalemi ve kelimeyi çok sevdiğini ısrarla vurguluyor. Her iki sözcüğü, köken olarak bir araya getiremese de kalem ile kelimelerin “iki ezeli müttefik” olması yetiyor ona. Denemedi Demeyin kitabının “ ‘Edebiyat Paralamadı’da Demeyin” başlıklı bölümünde ‘mektup’ için iki yazı var. Yazıların ilki mektup örneği, “Oya Baydar’a Mektup”; ikincisi ise içeriği adında örnek bir kuramsal metin, “Zarfa Konulmuş Mektup, Azat Edilmeyi Bekleyen Sestir” yazısı. Kitabın son yazısı “Romanın Geleceği: Edebiyat Arenasında Uçup Giden İktidarlar”, şimdiye dek dört romanı yayımlanmış, “yaratıcı yazma” etkinliklerini Yaratıcı Yazmanın Hazzı kitabıyla geniş kitleye ulaştırmış yazarın, edebiyat ortamıyla ilgili kaygılarını içeriyor ki -Ortega Y Gasset’nin, damarları tükenen “taş ocağı” benzetmesini çağrıştıran- irdelemeleri önemli. Özünde ‘nitelik’ ve ‘nicelik’ çatışması barındıran sorun açık: Dijital çağın yayıncılığında edebiyatın ve özellikle de romanın akıbeti ne olacak, edebiyatta değer yitiminin önüne nasıl geçilecek? Bu çetrefil konuda, yeni bir tartışmayı başlatarak bitiyor kitap: “Dijital yayıncılıkla geleneksel yayıncılık arasındaki çekişmenin tam ortasındayız. Dijital devrim, romanı dönüştürürken, roman ve iyi roman kavramlarını yeniden tanımlamaya bizi zorluyor. Kimimize acı da gelse, geleneksel biçim ve konvansiyonlara göre belirlediğimiz değer ölçülerimizi mecburuz artık bu yeni dünyaya güncellemeye.”

Bu yazı Arka Kapak dergisinin 23.sayısında yayınlanmıştır.