Yazar: A. Ali Ural

Ayaklarıyla beraber düşüncelerinin de hareket ettiğine inananlardandı Rousseau ve bir “Yalnız gezer” olarak kendisine doğru yürüyüşler yapmaya karar vermişti dünyadan ayrılmadan önce. “Gezinti” dediği bu yürüyüşlerde gölgesi düşünceleriyle aynı hızda yol alıyor, kalbinin ritmi, fikirlerini şiirsel bir vadiye davet edip koşturuyordu. “Birinci Gezinti”nin ilk satırlarında, “İşte artık yeryüzünde yapayalnızım; kendimden başka ne kardeşim, ne yakınım, ne dostum, ne de arkadaşım var, tek başınayım,” dese de çok iyi biliyordu ki paha biçilmez bir hazineydi kendiyle baş başa kalışı. Ömrünü bir kez olsun kendisiyle buluşamadan tamamlayanlardan olmadı bu yüzden Rousseau. Toplumdan dışlanışını özüne yönelmede bir fırsat olarak değerlendirerek tabiatın akışına bıraktı kendini. Deneme türünün düşüncelere hayat veren grafiği, zikzaklarını çizmeye başlamış, bu iniş çıkışlar, on gezintide kurgulamıştı “Yalnız Gezerin Düşleri”ni.

Diyojen’in gündüz fenerle “insan” aramasından daha zordu işi “Yalnız gezer”in. Zira ilk önce “Ben, ben kendim neyim?” sorusunun peşine düşmüştü o. “İnsanları kendilerine rağmen sevebilirdim,” çığlığını yükselten bir adam kendisine değil de nereye tutunacaktı? Her şeye rağmen küllerin içerisinde yanmamış birkaç insanlık parçasına rastlamayı isterdi. “Benim sevgimden, ancak insanlıklarından vazgeçerek kurtulabildiler,” cümlesi bir mızrak olduğu kadar bir tutamaktı zira onun için; dünyaya yabancı bir gezegenden düşmüş bir adamın tutamağı. Fakat çok geçmeden masumiyeti dışında yapışacağı bir kökün olmadığını gördü “Yalnız gezer.” Yeryüzünde onun için her şey bitmişti, anılarından başka her şey.

“İkinci Gezinti”de imgeleminin ürünleri arasında bir şey yapmaktan çok hatırlama olduğunu söylüyordu Rousseau. Zaten bilgi de bir tür hatırlama değil miydi? “Artık yalnız anılarla var olacağım,” dese de ruhunun günlük durumunu betimlemekten geri kalmıyor, kendine her dönüşünde mutsuz anılarını sildiğini fark ediyordu. İşkencecileri, onu yalnız bırakarak varlığından habersiz olduğu hazinelerine kavuşturmuşlar, tatlı düşlerin içine atarak tabiata sürüklemişlerdi onu. Kışın da olsa kırlarda bir bitkiye bakmak için durabiliyordu işte. Böyle zamanlar iç çekip, “Bu dünyada ne yaptım?” diye sormanın da vaktiydi. Gerçi kim olduğu hususunda en küçük bir fikri yoktu. Ancak çevresinde olan bitenleri sayıklamasına engel teşkil etmiyordu bu. Yakınmadan acı çekmeyi öğrenecekti.

“Üçüncü Gezinti” talihsizliğin büyük bir öğretmen olduğunu keşfetttiği kesitiydi hayatın. Ne yazık ki bu öğretmen derslerini çok pahalıya öğretiyor, nasıl yaşanacağı öğrenildiğinde ölüm kapıya dayanmış oluyordu. Yarışın sonunda arabayı daha iyi kullanmayı öğrenmek neye yarardı… Hayatları boyunca ölürken yanında götürebileceği şeyleri edinmeyi düşünmeyen yaşlılar, dört elle yaşama tutunmaya çalışıyorlardı. Ah insan! Başkalarına caka satmak için değil, kendisi yararlanmak için öğrenebilseydi keşke. Yüreği dinginliğe ererdi o vakit. İç dünyasını sıkı bir sınavdan geçirmeden dünyayı ve şatafatını terk etmek kolay olmayacaktı gerçi.

“Dördüncü Gezinti”de yalanı otopsi masasına yatırdı “Yalnız gezer.” Sahi öldürülmüş müydü yalan? Ne gezer! Kimsenin vicdanı kolay kolay sızlamıyordu yalandan. Ondan kaçtığını düşündüğü vakitlerde bile insan, açıklanması gereken bir hakikati saklayarak daha tehlikeli bir yalanın parçası oluyordu. Halbuki insana düşen hayatını yalan uğruna değil, hakikat uğruna tehlikeye atmasıydı. “Doğrucu” görünen kimi insanların dürüstlükleri çıkarlarını zedelemeyen konularla sınırlıydı. Gerçeğe sadık kalarak anlatabilirlerdi öykülerini, yeter ki çıkarlarına halel gelmesin. Fakat bir kez işlerine yaramasın yalan, bir kez örtmeye görsün zaaflarını, bütün renkleriyle kucaklayabilirlerdi onu. O hâlde hakikatle vedalaşıp, “Ey yüce gönüllü yalan! Gerçek ne zaman sana yeğlenebilecek kadar güzel olabilmiştir,” diyenlerin çağıydı yaşanılan çağ.

“Beşinci Gezinti”de yeryüzünde her şeyin sürekli bir akış hâlinde olduğunu öğrendi “Yalnız gezer.” Hiçbir zevk yoktu ki uçup gitmesin, hiçbir mutluluk yoktu ki buharlaşmasın. Kimsenin kendisini tanımadığı bir adada yaşamasını dahi çok görürdü insanlar ona, yeter ki bir sığınak olduğunu anlasınlar ruhu için. Böyle bir durumda kitap paketlerini açmaya, yazı takımlarını kutularından çıkarmaya gerek yoktu. Göl, ağaçlar, bitki ve hayvanlar varlığını hissetmesi için kâfiydi. Hem tatlı düşlere de mani olamazdı kimse. Çayırdaki her ot, her ağaç yosunu, kayaları halı gibi kaplayan her liken üzerine kitap yazılabilirdi bir gün.

“Altıncı Gezinti” iyilik yapanla, iyilik gören arasındaki kayda geçmemiş sözleşmenin ateşe atılmasıyla sona erecekti. “Yalnız gezer” büyütecini varlıklı olduğu günlerin üzerine tuttuğunda dehşetle şunu görmüştü: İyilikler bir süre sonra yükümlülüler hâline geliyor, kendisine iyilik yapılan kişi bunu sınırsız bir hak olarak ömür boyu bekliyor, zincir koptuğunda velinimetini bağışlamıyordu. Zorunluluğun baskısının gönüllülüğü yaraladığını fark eden Rousseau, ancak erdemin yönlendirmesiyle yapılan iyiliklerin insana haz verebileceğini söylüyordu. “Yalnız gezer” Lidya Kralı Gyges’in yüzüğünü bir mihenk taşı hâline getirip kendini test etmekten de geri durmuyordu bu gezintide. Taktığında kendisini görünmez kılan bir yüzüğü olsa acaba bu gücünü nerelerde kullanırdı? Elde ettiği güçle insanlığın üzerine çıkan biri, insanlığa özgü zayıflıkların da üzerinde olmalıydı ki gücü haksızlığın anahtarı olmasın.

“Yedinci Gezinti”de “Yalnız gezer” tabiatın kucağına düşüyor, düşlerinden sıyrılıp ağaçları, otları ve çiçekleriyle baş başa kalıyordu. Gözlemcinin ne kadar hassas bir ruhu varsa o kadar kendinden geçebilirdi doğa karşısında. Ancak çıkardan uzak bir bakışa ihtiyaç vardı bunun için. Bitkilere ilaç hammaddesi olarak bakmak dahi göze bir perde geriyordu güzellikleri ardında bırakan. “Hayır, kişisel olan hiçbir şey, bedenimin çıkarlarıyla ilgili hiçbir şey ruhuma gerçekten sahip olamaz,” diyordu Rousseau. Kötü anılarının saldırılarından kurtulabilmek için dağlara tırmanıyor, vadilere ve ormanlara dalıyor, işkencecilerini kendilerine rağmen mutlu olmaya devam ederek cezalandırıyordu.

“Sekizinci Gezinti”de şunu öğrendi ki “Yalnız gezer”, tabiatta huzur bulabilmek için oraya boş fikirlerin heyecanını, kibrin kokularını, dünyanın gürültüsünü taşımamak lazımdı. Aksi hâlde ormanların derinliklerine kaçmanın ne yararı olabilirdi! Durmadan yer değiştirme ihtiyacı duymak, hiçbir yerde mutlu olamamak başka nasıl açıklanabilirdi. Yoksa insanlık ön yargılara toptan saplanarak kitlesel bir körlüğe mi mahkum olmuştu? Eylemlerinin ancak hareket yasalarıyla açıklanabileceği bu mekanik varlıkların “insan” olduklarına inanmak kolay değildi. “Arayalım, belki sonunda bir insan bulurum…” diyen Rousseau, sonunda Diyojen’den ödünç aldığı çatlak feneri söndüyor, “Hiç kimse yok!” diye haykırmak zorunda kalıyordu.

“Dokuzuncu Gezinti”de mutlu insanla kendinden hoşnut insan arasındaki farka dikkat çekmekteydi “Yalnız gezer”, “Çok az mutlu insan gördüm, belki de hiç, ama kendinden hoşnut birçok insan gördüm,” diyerek. Doğrusu herkes için bir teselli olabilirdi bu. Kendini hoşnut kılacak bahaneleri arar, hatta üretebilirdi insan, yeter ki insan onuru zedelenmesin. Çocuklara helva ve elma dağıtabilirdi pekâlâ. Onların yüzlerindeki neşeden bir pay taşıyabilirdi kendi yüzüne. Yaşlı bir adamın kayık ücretini ödeyebilir, dahası kayıktan inmesine yardım ederek bir pay gülümseme daha katabilirdi çehresine. Konukseverliğin satıldığı tek yerin Avrupa olduğundan şikayet ediyordu Rousseau. Doğu’da yolcuların bedelsiz konakladığını anlatırken, “İnsanın ‘ben insanım, insanların konuğuyum, beni barındıran insanlığın ta kendisidir’ diyebilmesi az şey midir?” diyordu.

“Onuncu Gezinti” de bitti işte. On yedi yaşındaki bir delikanlının elli yıl sonra sevdiği kadınla karşılaşması hayatın ne çok fotoğrafını ve duygusunu silmişse öyle. Bir gün bütün gezintiler biter, bütün ağaçların üzerine güneş solgun yüzünü yaslardı. “Yeryüzünde yetmiş yıl geçirdim ve bunun yedi yılını yaşadım,” cümlesini kendi söylemese de son gezintisine taşıyordu Rousseau. Adını bilmediği bir ihtiyar söylemiş ondan önce davranarak, ne çıkar. Ömründen kaç yıl yaşadığını hesaplayabilseydi “Yalnız gezer” de kurabilirdi pekâlâ bu cümleyi.

Bu yazı Arka Kapak dergisinin 16.sayısında yayınlanmıştır.