A. Yavuz Altun

Franz Kafka’nın edebiyat dünyasına armağanları arasında en meşhuru kuşkusuz böceğe dönüşen Gregor Samsa’ydı. Dönüşüm, bir insanın yaşayabileceği yabancılaşmanın en keskin hâlini, en çıplak (müstehcen?) biçimde gösterdiği için edebiyat tutkunlarının kaçamayacağı bir referans hâline geldi.

İroni şu ki Kafka; olabilecek en gerçekdışı durumu, yani bir insanın böceğe dönüşmesini anlattığı romanında insanlık hâlinin en gerçekçi durumunu, yani orta sınıf bir aileye maddi gelir sağlayan genç Samsa’nın artık bu vazifeyi üstlenemeyecek olmasından doğan utancını anlatmıştı. Öyle ki Gregor Samsa böceğe dönüşmekten çok anne babasının ve kızkardeşi Grete çalışmak zorunda kalmalarını dert ediniyordu. Aile de onu dışlamıştı ve bu dışlanmışlık, böceğe dönüşmekten daha acıydı.

Bu dertlenme elbette ‘doğal’ bir durum değildi. Kafka’yı okuyanlar genellikle onun sistemsel sorgulamaları bu türlü absürt durumlar üzerinden gerçekleştirdiğini savunageldiler. Gregor Samsa’nın o durumda en çok kaygılanması gerekenin böceğe dönüşmek olması gerekirdi ama o ailenin geçimini sürdüremeyecek olmasından ötürü utanç içindeydi.

Kafka’dan on yıllar önce yazan Fyodor Dostoyevski, gerçekçi romanın revaçta olduğu bir çağda, meslektaşları tarafından ‘gereksiz yere absürt’ olmakla itham edilmişti. Onun gizeme ve çelişkilere odaklanması bir bakıma ayıplanmıştı. Ancak Dostoyevski, Karamazov Kardeşler için yazdığı önsözde, “Olağandışı insanlar ve olağandışı durumların insanlığı ‘ortalama’ denen durumdan daha belirgin olarak ortaya çıkardığı” (Victor Terras, Dostoyevski’yi Okumak) görüşünü dile getirecekti.

Ama o dönem bile Dostoyevski’nin insan psikolojisine yönelik araştırmaları hayretle karşılanmış, eserleri ‘sanatsal açıdan zayıf’ görülse bile ruhsal tasvirleri alkışlanmış. Mikhail Bakhtin’in ‘diyalojik roman’ dediği ve birbiriyle çarpışıp duran iç-seslerle, metin dışı referanslarla ve yazarın siyasî, dini, edebî eleştirileriyle sarmalanmış eserleri bugün edebiyata en büyük katkılardan biri olarak görülüyor.

Franz Kafka’nın mirası ise hâlen tartışmalı. Pop-filozof Slavoj Zizek, Kafka’yı bir çeşit kilometre taşı olarak konumlandırırken kendinden önceki edebiyatla kendinden sonraki edebiyatı keskin bir biçimde ayırdığını ifade ediyor. Kafka’dan önceki edebî meseleler, hikâye ve imge arasındaki ilişkiler, Kafka’yla birlikte keskin bir viraj alıyor ve ‘Kafkaesk’ denilen grotesk, karamsar ve absürt mizaha dayalı roman yapısı modern edebiyatta kendine alan açıyor.

Bazı eleştirmenler, onun eserlerini ‘kapalı’ ve ‘fazlasıyla içe dönük’ olmakla suçluyor. Kafka’ya dair önemli bir eser olan “Franz Kafka: The Poet of Shame and Guilt” (Franz Kafka: Utancın ve Suçluluğun Şairi) kitabının yazarı Saul Friedlander sözgelimi, Kafka’nın eserlerinde “gerçeğin ulaşılamaz bir noktada” olduğunu ileri sürüyor ve ilk okurlarıyla yüz yıl sonraki okurlarının anlam bakımından aynı yerde olduklarını söylüyor. Bir başka Kafka uzmanı Erich Heller, eserlerindeki detayların neredeyse kendi hayatından birebir alındığını hatırlatıyor. Heller, “Her roman otobiyografiktir.” tezini aşan bir durumu işaret ediyor.

Öte yandan Kafka, tıpkı Dostoyevski gibi, ‘insanlık durumunu’ en iyi anlayan yazarlardan birisi; bunu hemen herkes kabullenmiştir. Rus yazarın gelecekteki bir Sovyet devrimini Ecinniler romanında erkenden haber vermesi gibi, Kafka’nın eserleri de gelecekteki totaliter rejimlerin absürt baskı metotlarını öngörmüştü. Dava’da bahsi geçen otoritelerin suçsuz bir insanı sadece biçimsel/kavramsal olarak ‘suçlu’ ilan edebilme yetenekleri, Nazi Almanya’sından Sovyet Rusya’sına birçok baskı rejiminin alâmeti farikasıdır diyebiliriz.

Bu ‘öngörü’ aslında, maalesef, acıklı bir durumun ifşası: Yeraltından Notlar hakkında konuşan bir Rus eleştirmen, romanın asıl derdini, “Bütün insanların berbat olduklarını, gerçekten berbat olduğuna ikna olana kadar da kimsenin iyi bir insan olamayacağını anlatmaktır.” şeklinde özetlemişti. Kafka da, benzer biçimde, ‘insanlığın durumu’nu karamsarlık, hatta alttan alta kaynayan bir nefret eşliğinde ele alır. Gregor Samsa’nın böceğe dönüşmesiyle anne-babası ona bakmaya bile dayanamaz. Kızkardeşi odasına gireceği zaman onun kanepe altına saklanmasını bekler. Samsa’nın cesedinin ‘çaresine’ evin hizmetçisi bakıvermiştir. Kimse ona acımaz. Hatta onun aileyi düşürdüğü duruma hayıflanır herkes. Bir yandan da ‘günlük hayat’, âh evet o ‘zamanın öğüten çarkları’, sürekli devam etmek zorundadır, bir böceğe dönüşseniz bile!

Bu durum, Kafka okurları ve eleştirmenlerince yazarın ‘kendine ve insanlığa olan nefreti’ bağlamında ele alınır çoğunlukla. Belki de onu Dostoyevski’den ayıran bir özelliği buradadır Kafka’nın. Dostoyevski, Gogol’ün Palto’su hakkında yazıştığı bir dostunun, ‘karamsarlık’ eleştirisini dikkate alır. Çaresizliğin nihilizmini, ruhun maneviyata yönelik arayışıyla dengelemeye çalışır. İnsanın, tanrı olmadan da kendini ahlakî olarak gerçekleştirebileceğine inanır – ki bu inancı, ironik bir biçimde varoluşçu ateizme mesnet oluvermiştir.

Franz Kafka’nın durumunda, Max Brod meselesi öne çıkar. Eserlerini yakması için verdiği avukat dostu Brod, bugünlere dek ulaşan (yanlışlarla dolu) bir ‘Kafka kültü’nün ilk inşacısıdır. Dostoyevski, ‘para kazanmak için’ ya da ‘Rus entelektüellere kızdığı için’ yazıyor olabilir ama Kafka’nın yazma gerekçesi daha çok ‘ateşini dindirmek’ maksadı taşır. Bu satırların yokluğa gitmesini isteyecek kadar nihilisttir. Ama kaderin cilvesi, o nihilizm gelecek kuşaklara ilham olmak üzere raflarda yerini alır.

Dönüşüm bu nihilizmin ya da şöyle diyelim ‘insansızlaşma’nın hikâyesi temelde. Gregor Samsa’nın odasındaki mobilyaları, bir bakıma onun hatıralarını alıp götüren aileye kızgınlığı, kendini hâlen insan olarak görmesi ve fakat bunu kimsenin fark edememesi, sorunun dışarıda bir yerde olduğunu gösteriyor bize. Dava’daki otoriter sistemin temayüzü bir bakıma sadece emirler ve eylemlerle kısıtlanmış bir hayatı anlatıyor. Dönüşüm’de ise aile ölçeğinde benzer bir ezberi okuyoruz. Hikâyeyi aile bireylerinin gözünden değerlendirecek olursak şu soru kalıyor akılda: Bir gecede böceğe dönüşen evladınızla ne yaparsınız? Her şeye rağmen birazcık şefkat göstermeniz beklenmez mi?

Gregor da bunu bekliyor sürekli. Kızkardeşinin “Yeter artık!” demesine kadar içindeki bu umudu saklıyor. Öyle ki Grete’nin kiracılara keman çaldığı sahnede anlatıcı şu cümleyi kuruyor: “Müzik onu bu kadar etkilediğine göre, bir hayvan mıydı o?” (Kafka, bir insanın aniden böceğe dönüşmesi gibi müthiş bir imgesel icadı, hayli dozunda kullanarak edebiyata ihanet mi etmiştir, yoksa minimal düzeydeki bu yaklaşım onu daha da mı parlatmıştır, başka bir yazının tartışma konusu olabilir.)

Kafka, insanlardan göremediği şefkati sanata sığınarak bulmak istemiş olabilir. Muhtemelen yazmak da kendisinde benzer bir etki uyandırıyordu. Bir Yahudi olduğu için bütün Avrupa toplumundan, babasıyla anlaşamadığı için ailesinden dışlanmıştı. Sorunlu bir cinsel hayatı olduğu, yeni çıkan biyografilerinin temelini oluşturuyor. Mart 1922’de günlüğüne şunu yazmış mesela: “Bir yerlerde yardım beni bekliyor ve aldığım darbeler beni ona götürüyor.”

40 yaşına bile varamadan vücudunu saran verem sebebiyle ölen Franz Kafka’nın Türkiye’de eserleriyle, ama en çok aşk mektuplarıyla anılmasının da hayattaki bir başka ironi olduğunu düşünüyorum. Kafka dört kez nişanlanmış ama hiç evlenmemişti. Aşklarından birisi olan Milena’ya şöyle yazmıştı: “Çok kirliyim Milena, sonsuz derecede kirli, bu yüzden saflık hakkında çokça bağırıyorum.” Türk okurları, onu sevmek isteyen Milena gibi belki de onun bu cümlede tevazu gösterdiğini düşündü muhtemelen. Kafka’nın ‘kirliliği’ ise aslında içindeki onulmaz yaralarla ilişkiliydi daha çok.

Joseph Epstein, “Is Franz Kafka Overrated?” (Kafka Abartıldı Mı?) isimli makalesinde Kafka’yı, hayatındaki bütün çıkmazları, takıntıları, korkuları ve yaraları edebiyata dökmedeki ısrarı sebebiyle, Sigmund Freud’un “kurguya dönüşmüş” hâline benzetiyor. Bazı eleştirmenler, “Modern hayatın, kaybolmuş bir ruhu yıkıp geçmesinin hikâyesi” diyor Kafka’nın eserleri için. Epstein, Freud’a inanmazsanız Kafka’nın yazdıkları ağırlığını ve otoritesini kaybeder de diyor. Uzmanlar son yıllarda Kafka kültünü deşmeye devam ettikçe, yazara biçilen süperstarlık rolü de hafifliyor zaten.

Ama edebiyatı bir ‘oyun alanı’ olarak görenler için Kafka harika bir oyuncakçıydı. Hayat onu – Epstein’ın tabiriyle – “yıkıp geçse” de o geriye sıkı bir edebî miras bıraktı. Beethoven’ın müzikte, Picasso’nun resimde başardığı şeyi, edebiyatın metin alanında gerçekleştirdi.

Arka Kapak dergisi 10. sayı