Vecdi Demir

Freud’un psikanalizi kurarken yararlandığı temel ve kendince vazgeçilmez kaynak edebiyattı. İnsan psişesinde kritik önemde gördüğü çatışma veya patlamaların etiyolojisine ilişkin açıklamalar için favorileri olan yazınsal yapıtları didik didik okur, bazı sonuçlara ulaşmaya çalışırdı. 67. yaş günü dolayısıyla verilen bir kutlamada, konuşmacılardan birinin onu “bilinçdışının kâşifi” şeklinde selamlamasına, “Şairler ve felsefeciler bilinçdışını benden önce keşfettiler. Benim bulduğum şey, bilinçdışını incelemeyi sağlayan bilimsel yöntemdir.”1 cevabını vermişti.

O hâlde, bilinçdışı edebiyat geniş anlamda sanat metinlerinde bulunabilen bir şeydir. Yapılacak tek şey, bu metinlerdeki ruhsal çatışmaların bilinçdışında nasıl örgütlendiğini ve hangi sembollere karşılık geldiğini bulmaktır. Freud, 1907’de “Wjensen’in Gradivası’nda Hezeyan ve Düşler” adlı, edebî çözümlemeler içeren bir metin kaleme almıştı. Gradiva 1902 tarihinde Viyana gazetelerinden (tefrika hâlinde) Neu Freie Presse’de yayımlanmıştı. 1970’de İtalyan yönetmen Giorgio Albertazzi tarafından sinemaya da uyarlanan Gradiva’nın konusu Norbert Hanold adında bir arkeoloğun Roma’daki antik bir müzede gördüğü rölyefin üstündeki bir kadın resmi ile ilgilidir. Daha önce, kadınlara karşı son derece ilgisiz olan Hanold’u rölyefin üstündeki kadın büyüler. Öyle ki Hanold, Gradiva adını verdiği bu kadınla fantezi düzeyinde, tamamen hayalî bir dünya kurar. Hanold için Gradiva yaşayan canlı bir varlıktan farksızdır. Bununla kalmaz ve Gradiva’nın yaşadığını düşündüğü antik Pompei kentinde alır soluğu. Açıktır ki, Gradiva tamamen hezeyanlar içindeki Hanold’un kendi imgeleminde yarattığı bir kadınla ilgili saplantılarına dayanmaktadır.2 Makalenin başlığında görüldüğü gibi, Hanold’un çatışmalı kişiliği rüyalar aracılığıyla analiz edilmiştir. Altını çizmekte fayda var: Freud’un rüya-çalışması (dream-work) dediği yöntem, psikanalizin kurucusunun klinik gözlemlerinden üretilmiştir.

Sigmund Freud’un rüya-çalışması yönteminin çekirdeğinde, kişinin bilinçdışına doğru “içerden bir bakış” söz konusudur. O yüzden kendi ifadesiyle, bilinçdışına giden kral yolu rüyalardan geçmektedir. Peki, rüya-çalışması (traum-werk) nasıl yapılır? Edward Said görkemli kitabı Başlangıçlar’da rüyaların psikanalizde imgelere karşılık geldiğini ve rüya-düşünceleri dediğimiz yapıların analiz sırasında nasıl “teşrih masası”na yatırıldığını gösterir. Said’e göre yöntemin asli öğesi imgelerdir ve nihaî iş bunları olay örgüsüne dönüştürmektir. “Bir kere imgelerden yorumlayıcı dile tercüme edildiğinde, rüyanın olay örgüsü ve dolayısıyla imgesi dikkatimizi tümüyle kendi üzerinde toplayan etkileyici gücünü kaybeder. İmge, yorumun bir parçası olarak bir cümle haline geldiğinde, ‘olay örgüsü’ –Freud bunu özgürlüğünü muhafaza etmek için, meşru olsun ya da olmasın, mantıkdışı ya da çelişkili el altındaki her aracın kullanılması diye tarif eder- ‘rüya düşüncesi’nin bir kompozisyonu olur ve böylece rüya analize açık hâle gelir. Rüya imgesi, yöntemi sürekli görsellik karşıtı olan bir analizin başlangıcına işaret eder. Dolayısıyla Freud’a göre başlangıç, analiz sırasında rüya imgesinden uzaklaşıp dil âlemine girdiğimizde başlar.”3 Rüya içeriklerinin edebî metinlerin analizinde kullanılması yepyeni bir olaydır. Freud’un rüya-çalışmasının keşfi kendi oto-analiziyle bağlantılı görünmektedir.

Freud’un konusu, bu yazıda anlatılamayacak kadar geniş bir özet gereken Sophokles’in Kral Oedipus adlı tragedyasıyla, nevrotik kişiliklerde bilhassa çocukluk döneminde baş gösteren travmalar arasında kurduğu o ünlü analoji az çok bilinir. Fakat tüm nevrozların çekirdeğinde gördüğü ve “Oedipus Kompleksi” adını verdiği bu çatışmanın (dissolution) geliştirilmesinde Shakespeare’in Hamlet’inden (Kral Oedipus’a karşın) geniş oranda yararlanır.4 15 Ekim 1897’de Flies’e yazdığı bir mektupta annesiyle ilişkili odipal serüvenini itiraf eder: “Başka her yerde olduğu gibi kendimde de, anneme karşı sevgi ve babama karşı kıskançlık duyguları keşfettim, bütün küçük çocuklarda ortak olduğunu düşündüğüm duyguları (…) Yunan efsanesi (Sophokles’in Kral Oedipus’u) herkesin tanıdığı, çünkü herkesin hissetmiş olduğu bir kompülsiyonu yakalamıştır. Her izleyici, bir gün gizli hâlde, imgeleminde bir Oedipus olmuştur ve çocukluk hâlini şimdiki hâlinden ayıran bastırmanın boyutlarına bakarak titrer.” Bu satırları Flies’e babasının ölümünden sonra yazması mektubu çok daha anlamlı kılıyor. Demek ki Freud kendisindeki bu güçlü kompülsiyonu, ancak babasını “öldürdükten” sonra (tabii ki simgesel bir yorumla) itiraf edebilmiştir. Mektubun dikkate değer yönü Hamlet’te de aynı kompülsiyonu yakalamış olmasıdır: “Hamlet’in öyküsünde de benzer olgular bulamaz mıyız? Shakespeare’in bilinçli niyetlerini bir kenara bırakırsak, sanıyorum ki, şairi bu dramı yazmaya gerçek bir olay itmiş, kendi bilinçdışını anlama olanağı vermiştir. Histerik Hamlet’in şu cümlesi nasıl açıklanır: ‘İşte böylece bilinç hepimizi kalleş yapıyor?’ O ki saray nedimlerini ölüme göndermekte hiç tereddüt etmez.”5

Freud’un son cümlesi önemlidir. Malum, Prens Hamlet’in esas sorunu, babasını öldürüp annesiyle evlenerek tahta çıkan amcası Cladius’u öldürmekteki tereddütüdür. Freud, Hamlet’teki tereddütü sorgulamaktadır. Mektupta belirttiği gibi, Hamlet’in babasının intikamını almasında, yani amcasını öldürmekte neden ağır davrandığını veya isteksiz oluşunu yoruma muhtaç görmektedir. Eylem gücünden mi yoksundur? Öyle olsa, “ani bir öfke patlamasıyla kılıcını çekip duvar halısının arkasına gizlenen casusa hamle yaparken ya da kendisini öldürmeyi planlayan iki saray görevlisini bir Rönesans prensinin olanca katılığıyla öldürürken” gösterdiği enerjiyi, atikliği neye yoracağız?

Önce intikam meselesini biraz daha anlayalım. Birinci perdenin beşinci sahnesinde babasının hayaleti (burada Freud’un tekinsiz dediği türden bir atmosfer hâkimdir) duhûl eder: “I am thy father’s spirit.” Hayalet eceliyle ölmediğini, Cladius’un kendisini zehirlediğini, Hamlet’ten intikamının alınmasını istediğini bildirir. Kesin olan bir şey var ki, Hamlet’in babasının hayaleti, Danimarka Prensi’nden son derece çetin bir talepte bulunur. Bu Hamlet’in kişilik özelliklerinin tüm ambiyansını görmemize imkân sağlayacak bir görevdir. Zor bir görevdir. Her ne kadar Hamlet görevi kabul etmişse de, derin sarsıntılar ve tereddütler içinde aklını yitirme noktasına gelir. (Hamlet’in deliliği çok tartışılmıştır.) O yüzden bir sahnede “Belki de babamın ruhu değil, şeytanın kendisiydi.” diyerek görevden yırtmayı bile aklından geçirir.

Şimdi Freud’un yorumuna bakalım: Freud’un çözümlemesinde Hamlet amcasından az suçlu değildir: “Hamlet, babasını ortadan kaldıran ve annesinin yanında onun yerini alan, yani ona kendi bastırılan çocukluk arzularının gerçekleştiğini gösteren adama intikam dışında her şeyi yapabilecek yetiye sahiptir. Dolayısıyla onu intikama sürüklemesi gereken tiksintinin yerini, ona cezalandırması gereken suçludan daha iyi olmadığını hatırlatan öz-suçlamalar ve vicdan rahatsızlıkları almıştır.”6

O hâlde Hamlet’in bilinçdışında “bastırdığı” fakat yok edemediği “anne”sine karşı güçlü bir arzu yatmakta. Arzu olayı ve bunun odipal boyutunu irdelemek elzemdir. Fakat arzu meselesini ve Hamlet’le bağlamını Freud’un sadık müridlerinden Ernest Jones’un fikirlerinden hareketle ele alacağız. Jones’un makalesinin başlığı yine Freud’un nevrozların çekirdeği gördüğü Oedipus mitiyle ilgilidir. “Hamlet’in Gizeminin Bir Açıklaması Olarak Oedipus Kompleksi: Güdüler Üzerine bir Çalışma”7 başlıklı makalesinde Ernest Jones, intikam ve arzu arasındaki karanlık noktalara ışık tutmuştur. Öncelikle arzu psikanalizde nasıl yer alır ona bakalım: Arzu sorunu son derece karmaşıktır. Ve psikanaliz arzuyu geçmişteki bir travmayla ilişkilendirir. Arzu engellendiği için travma meydana gelir. Yani travmanın sonucunda arzu bastırılmış (kabul edilemez arzuların başka şansı yoktur) ve bilinçdışına gömülmüştür. Fakat Freud’un birçok yerde açıkladığı gibi bilinçdışında “bastırılmış malzeme” enerjisinden bir şey kaybetmez. Orada latens bir evreden sonra aktif olacağı zamanı bekler. Jones’un açıklamasında, Hamlet babası yaşadığı sürece annesine olan arzusunu bastırmıştır. Bastırma sürecinin kendisi nevrozu yapılandırır. Jones’un satırlarıyla okuyalım: “Nasıl yıllardır annesinin sevgisini öz babasıyla bile paylaşmak Hamlet’in gücüne gider, onu bir rakip olarak görür ve mücadele etmeksizin sevgi tekelinin keyfini çıkarmak için gizliden gizliye babasının yolundan çekilmesini ister. Eğer bu tür duyguları çocukluğunda açık bir biçimde yaşamış olsaydı, eninde sonunda bunlar aşama aşama bastırılmış, ana-baba saygısı ve diğer eğitsel etkiler sayesinde izlerinin tümü silinmiş olurdu. O hâlde babasının ölümüyle çocukluk arzusunun fiili olarak gerçekleşmesi, bu bastırılan hatıraları da harekete geçirekecektir. Bu durum da depresyon ve farklı ıstıraplar biçiminde, çocukluk çatışmalarının bulanık bir sonucunu üretecektir.”8

Zamanla bastırılan ve bilinçdışında “unutulmuş” arzu, amcasının babasını öldürmesi ve annesini, yani arzu nesnesini eline geçirmesi, bastırmanın şiddetini daha da arttırmıştır. İlksel babayı aşan Hamlet’in “ikinci bir baba”ya tahammül etmesi söz konusu bile değildir. Jones’un fikirlerinin ışığında şöyle bir yorum yapılabilir mi? Hamlet yıllarca arzusuna ulaşmak için babasının ölümünü beklemiştir. Tam arzu gerçekleşecekken, bu kez engelleyici nesne olarak amca belirecektir. Fakat Hamlet bu kez beklemeye tahammül edemeyecek ve amcasını (dolayısıyla ikinci “babası”nı ) kendi elleriyle öldürecektir. 

Jan Cott Çağdaşımız Shakespeare’de, Hamlet’e adanan bilimsel inceleme ve çalışmaların bibliyografyasının Varşova telefon rehberinin iki katı büyüklüğünde olduğunu belirtir. Cott’a bakılırsa, “Hamlet kadar, hiçbir et ve kemikten yapılmış Danimarkalı hakkında bu kadar geniş şekilde yazılmamıştır.”9 Gerçekten de sadece psikanaliz okulunun yorumları bağlamında bile Cott’un deyimiyle bir Hamletoloji söz konusudur. Freudçuluğu özellikle yapısalcı dilbiliminden aldığı nüanslarla daha da zenginleştiren Jacques Lacan, Hamlet sorununu o kendine özgü retoriğiyle yasın icrası bağlamında yorumlar. Lacan’ın simgesel evre dediği görgü kuralları, kanunlar, ödevler, kısaca toplumsal yaşam, bizlerden bir ölünün arkasından belirli bir yas ritüeline uymamızı talep eder. İşte burada Lacan, Hamlet’in simgesel evreye direndiğini, babasının yasını layıkıyla tutmak yerine imgesel evrede kalmaktaki ısrarını mercek altına alır. Lacan’a bakılırsa, babasının ölümü Hamlet’in simgesel evreye geçişi açısından bir imkân sunmaktadır. Fakat yasın koşullarını kabul etmek yerine, Rose’un sözleriyle, “ölü babasının fazlasıyla kaba saba buyruğuna uymasının imkânsızlıklarıyla” baş etmek zorunda kalır.10 Peki, hayaletin Hamlet’e musallat olmasındaki sırrı nasıl çözeceğiz?

En iyisi Lacan’ın şu aforizmasıyla bitirelim: “Bir ölü bize niye musallat olur?

Usulüyle gömülmemiştir de ondan.” 

_____

1.Jean Strabonski, Eleştirel İlişki, (Çev: Gülnihâl Gülmez), Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2010, s.224

2.Makaleyi okumak ve Gradiva’nın olay örgüsünü öğrenmek için bkz. Sigmund Freud, Sanat ve Sanatçılar Üzerine, (Çev: Kâmuran Şipal), Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2012, s.245-333

3.Edward Said, Başlangıçlar, (Çev: Ferit Bural Aydar), Metis Yayınları, İstanbul, 2009, s.176

4.Jacqueline Rose’un anımsattığı gibi Freudw ayrıca Hamlet’i sadece Oedipus olarak değil, aynı zamanda melankolik bir isterik olarak da kabul eder. Görme ve Cinsellik, (Çev: Ayşe Deniz Temiz), Metis Yayınları, İstanbul, 2009, s.125

5.Jean Starobonski, age, s.240.

6.Jean Starobonski, age, s.244

7.Ernest Jones, “Hamlet’in Gizeminin Bir Açıklaması Olarak Oedipus Kompkleksi: Güdüler Üzerine bir Çalışma”, Mimesis, S.10, s.68

8.Ernest Jones, age., s.63

9.Jan Cott, Çağdaşımız Hamlet, (Çev: Teoman Güney), Mitos Boyut Yayınları, İstanbul, 1999, s.54

10.Jacqueline Rose, age., s.130

Arka Kapak dergisi 32. sayı