Nida Nebahat Nalçacı

Emine Çaykara Hanım’a teşekkürlerimle…

Türkiye gibi, ataların ne yaptığı ve ne idüğü üzerine sürekli kafa yoran, geçmişten bahis açmadan bir gün geçirmeyen, ama onunla da pek hesaplaşamamakla birlikte, tarihi ya övmek yahut da dövmek için gündeme getiren bir toplumda, tarihi yaşandığı gibi anlamaya çalışmak ve öylece aktarmak oldukça zor bir durumdur. İdeolojilerin gelip geçerken patronaj ile hakim olmaya çalıştığı -bazısının da oldukça başarılı olduğu- tarihyazımı bilimi bu aşırılık tahribatı yüzünden epey zorlanarak bugünlere geldi.

Tarihçiliği, bereketli kaynaklarına rağmen, bilinmeyen bir konuyu tetkik ederek ortaya çıkarmak ve yanlış bilineni düzeltmek için gösterdiği çaba ve gördüğü itibar hasebiyle bu denli acayip olan başka bir ülke var mıdır bilemiyorum ama Türkiye’de durum tam olarak böyle. Geçmişte yaşanmışları olduğu gibi aktarma şevki, ya ideolojik sebeplerle törpülenir yahut da ideolojik angajmana maruz kalmış tarihçi yorulur veya üşenir. Sonuç olarak, onca fırsata rağmen olması gerekenden çok daha zayıf, hakikatten epeyce uzak ya da suya sabuna dokunmayan steril metinler çıkar ortaya.

Halil İnalcık, böyle bir toplum içinden çıkmış ama mesleğini kendi deyimiyle ‘ahlak dersi vermeden’, ‘idealize etmeden’ ve gerektiği zaman ‘toz da kondurarak’ yapan, Osmanlı tarihçiliğine benzer şevklerle başlayan gençler için de kale gibi sağlam bir rol modeldir. Akademik tarihçi olarak, 75 yıldır yaptığı onca araştırma, yazdığı binlerce sayfalık metinle İnalcık, tarihyazıcılığının zemininin hala kaydırılmaya çalışıldığı böyle toplum için muazzam, bir o kadar da ironik bir şanstır.

II. Dünya Savaşı’ndan sonra, tarih yazımının artık devletlerin değil toplumların tarihine yönelindiği bir zamanda, bambaşka gerçeklerin ortaya çıktığı bir dönemde, hala anlatıcı tarihle avunan bir toplumun içinden, gene belgelerin verdiği işaretlerden uzaklaşmadan, hayal ve tasavvur gücünün de zorlanmasını tembihleyen bir hoca düşünün. Bunun, edebiyatla, görsel arşivle ve gerektiğinde musiki ile perçinlendiğinde ortaya ne leziz hakikatler çıkacağının işaretini de çalışmalarıyla gösteren ilklerdendir Halil İnalcık.

Günümüzde de ortamlarda görülen ve yalnızca güncel/politik damak tadına uygun şeyleri tarihten bulup çıkaran, üstüne gene anakronik yorumlarla daha da tahrip edenlerin yanında Halil İnalcık tarihçiliği elbette tarifsiz kıymetlidir. Düşünsenize? Hem ‘İstanbul: Bir İslam Şehri’ hem de Has Bağçe’de ‘Ayş u Tarab’ı gibi, birbiriyle taban tabana zıt gibi görünen ama aslında Osmanlıları olduğu gibi yansıtmak adına bütün yanlarını yazma donanımı, cesareti ve şevkine sahip kaç kişi var bildiğiniz?

Tarihe Düşülen Notlar
Halil İnalcık
Timaş Yayınları

Fernand Braudel, “Akdeniz’i ihtirasla sevdim” der, Akdeniz Dünyası’nın önsözünde. Halil İnalcık da Osmanlı tarihini ihtirasla sevdi. Yine kendi deyimiyle, ‘bütün emelinin Osmanlı tarihini gerçek bir tarih olarak yazmak, bilhassa Osmanlıların tarihini çarpıtılmadan yazmak olduğu’ ve bunu hem kendi ülkesi hem de Batı literatüründeki çarpıtmalar için yapmak olduğunu, talebelerini de bu yönde yetiştirdiğini defaatle belirtti. Keza, talebeleri de İnalcık’ı anlatırken hep bu yönüne dikkat çekmiş.

Metin okumayı, Osmanlı tarihinin öz kaynaklarını tetkik etmeyi ısrarla öğrencilerine öğrettiğini, ‘tek yönlü vesikalarla çalışmadığını, tahrir defterinden, kadı siciline, beratlara, epey de ilginç olarak edebi metinlere kadar hayatın bütün safhalarına girdiğini söyler İlber Ortaylı. Mozart’a benzetir İnalcık’ın dehasını, eski talebesi Madeleine Zilfi. ‘Halil Bey, büyük ve iyi tarihçilerin yanında özeldir; diğerleri bir alana saplanmıştır ama o her şeyi sessizce, kendi kendine araştırır ve bilir. Sürekli olarak en doğru argümanları araştırmaya yönelen bir zihni vardır’ der. Bununla birlikte, yeni çıkan araştırmaları da çok iyi takip ettiği için İnalcık’ın en eski araştırmalarının raf ömrünün uzun olduğunu, onun makaleleri okunmadan tarih yazılamayacağını ifade eder.

Zilfi’nin dediğini, ben gibi Osmanlı tarihine dair bir metin yazacak herkes yaşamıştır. İnalcık’ın bizzat kendisinin talebesi olma bahtiyarlığını yaşamadan ama İnalcık gibi, Osmanlı tarihininin, öz kaynaklarıyla dünyada bilinirliği için adeta bir köprü olarak ömrünü adayan hocam Suraiya Faroqhi’deki aynı şevk ve azim sayesinde tamamladığım ‘Osmanlı’daki Savaş Esirleri ve Zorunlu İstihdam’ tezine yeni başladığımda, heybemde yalnızca daha evvelden biriktirdiğim seyyah anlatıları vardı. Taze bir tarihçi adayı olarak, Divanî yazıyı bile yeni yeni söküyordum ve günlerim metnin iskeletini nasıl doğrultacağımı düşünmekle geçiyordu. Suraiya Hanım, Halil İnalcık’ın ‘Servile labor in the Ottoman Empire’ makalesini okumamı tavsiye etti. Köle istihdamına muhkem bir bakışla yazılmış makale 33 yıl sonra yolumu aydınlattı ve bana yalnızca arşiv belgeleri ve diğer metinleri lego parçaları gibi yerleştirmek kaldı. Tanıştığımda da, ilk defa gördüğü bana tıpkı kendi talebelerine yaptığı gibi, yeni konum için bir dünya kaynak ve metot tavsiyesinin yanında, yeni ziyaretimin daveti şevkiyle uğurladı yanından.

Osmanlı tarihine dair ne merak edilse, hakkında yazılmış bir İnalcık araştırması, ne okunsa dipnotunda bir İnalcık atfı vardır. Mesleğe ilk başladığı zamanların eksik belge ve erişim sıkıntılarına rağmen, Ctrl+F icadının olmadığı, pdf kütüphanelerimizi sırt çantalarımızdaki disklerde taşımadığımız zamanlardan bu zamana pek çok mikro ve niş konunun yanında bize Osmanlı tarihi kılavuzu ve yazılı atlası bıraktı Halil İnalcık.

Yerim dar, yazmak istediklerim ise peşi sıra olsa buradan Viyana’ya kadar uzanır. Osmanlılar üzerine çalışan Türkiye ve Dünya tarihçileri, okurları ve tarihçilik adına hediye olan, Ahmet Yaşar Ocak’ın ifadesiyle Kutb’ül Müverrihin (tarihçilerin kutbu) Halil İnalcık, ona bahşedilen uzun ömürle aynı zamanda Osmanlı tarihini yaşandığı gibi öğrenme bahtiyarlığını yaşattı bize. Ömrü daha da bereketlenesice…

Bu yazı Arka Kapak dergisinin 1.sayısında yayınlanmıştır.