Feridun Andaç

Yazısından, yazınsal yolculuğundan söz etmek için ilkin körlüğünden söz açmak niye? O bir durum. Onun yazı coğrafyasında tümüyle belirleyici olduğunu söylemek güçtür. Bu irsi de olsa, hayatının neredeyse olgunluk döneminde gelip bulmuştur onu. Denebilir ki; ömrünü okumaya adamış biridir, bizim Cemil Meriç gibi. Borges nedir, diye sorsanız: Okuduklarından var olan bir yazardır denebilir. Ama biliriz ki Latin Amerikan edebiyat dünyası için Borges bunun da ötesindedir. Evet, yaşadıklarında değil okuduklarındadır Borges. Buna sanki biraz yaşamı, okuma/dinlemeyi de katabiliriz. Bu anlamda onun yazınsal birikimi, okuduklarından ağıp gelenlerle oluşmuştur denebilir. Çünkü “o, hareketi ve macerayı sevmezdi.” (*)

Borges’in tuhaflığı ve anlaşılmazlığından sık sık söz edilir ki bunun yazdıkları kadar yaşamından da kaynaklandığını söyleyebiliriz. 1957 onun için bir dönüm noktasıdır, evet. Artık kör olmuştur. Yaklaşık otuz yıl bu körlüğü taşıyarak yazacak ve okuyacaktır. Ama nasıl? İşte asıl tuhaflık da burada başlıyor. Baktığımızda ikiye ve belki de dörde/beşe bölünmüş bir Borges’le karşılaşırız. Öncesi/sonrası. Borges biyografı Jason şöyle der: “İyi okur Borges, okumanın perde arkasındaki bu dolaylı deneyimini şöyle formüllüyor: Shakespeare’den bir dize okurken Shakespeare’e, Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sını okurken Raskolnikov’a dönüşürüz. Okurlar, yazar tarafından ele geçirilir ya da başka bir deyişle, bildik benliklerinden soyutlanırlar.” (*)

Borges’i okurken ya da onun okuduklarını okurken bir ayma ve benleşme durumu söz konusudur. Okurun yazılan/okunanla özdeş olma hâli. Bir okur olarak Borges, belki de öyle olduğu için yazmıştır. Kendi yazı evreninin dinamosu kılmıştır bütün bu okumalarını. Neredeyse göndermesiz bir metni, imgesiz bir kurmacası yoktur. Dönüşen bir Borges sizi de dönüştürür. Şu mudur bu? Okurken de yazarken de başkalaşırız, bir başka “ben” oluruz.

Borges’in bize şunu gösterdiği kesin: Okurken ben sorgusundayızdır, yazarken de benlik arayışında. Bir “erime”/ “tümleşme”, “hazlanma” hâli… Bu anlamdaki göndermeleri de ironiktir, tensel birleşmeye benzetir bu durumu. Zıddına ya da benzerine dönüşme hâli. İşte bu durum bir Borges okurunun yolunu çatallandırır. Sapmalara yönelirsiniz. Onun yazınsal coğrafyasına baktığımızda tek bir tanımla açıklayamadığımız bir anlatıcıyla yüz yüze olduğumuzu gözleriz. Borges ne şairdir ne denemeci, ne de öykücü!

Nedir öyleyse derseniz? Evet, düşbaz bir anlatıcı, anlamlandırıcı/düşünbaz aynı zamanda. Peki, ona göre edebiyat nedir? “Borges için edebiyat, kim oldukları meçhul okurlarla metinler arasındaki ilişkiden başka bir şey değil…” Kuşkusuz o etkileyici, yol/yön açıcı ve göstericidir. Sizin rotanızı (okur ve yazar olarak) bulmanızı sağlar. Aynı zamanda sizi edebi bellek yolculuğuna çıkarır. Bunsuz okurluğun/yazarlığın olamayacağını sık sık imler. Bir yol/yön tayin edici midir? Bunun için yola çıktığını söyleyemeyiz. Ama her dem çağrısı olan bir yazardır.

Üç Borges

Tanımlara sığmaz, adlandırmaları da kabullenmez. Gene de anıtlaştırılmıştır. Işıltısı yalnızca Latin Amerika yazını üzerinde değildir. Octavio Paz’tan Carlos Fuentes’e, Julio Cortazar’dan G.G. Marquez’e, Steiner’dan Foucault’ya herkesin ilgi/etki odağındadır. İşte bu Borges üç yüzlüdür:

• Kibirli Borges,

• Hâkim Borges,

• Alçakgönüllü Borges.

Yolda kendini çevirip Borges olup olmadığını soranlara yanıtı kısa ve tektir: “Bazen!” Eğer onun bu yanıtını bizim İlhan Berk bilseydi, kendisine böyle bir soru yöneltildiğinde, “O büyük şairle biraz önce beraberdim.” derdi!

Gene biyografından şunu okuyacaktık: “Borgesler sayılmayacak kadar çoktu; o kendisi olmayı sevmezdi.” Evet, öncelikle, “okur Borges”in deneyimleridir bizi ilgilendiren. Okuduklarından yansıyanlar, oradan ortaya çıkardıkları… O, bizi, bir yazar/bir yapıtla bağlantı kurma biçimlerinin nasıl olabileceğine çağırır. Yeni bir “zihin” de sunar diyebiliriz. “Çok fazla okumuş olsam da, başımdan çok az şey geçti.” sözleri onun yazın ibresinin kaynaklarını göstermesi bakımından bir işarettir. Tüm metinlerinde, her zaman, kendisine dair ipuçları bulabiliriz. Saklamaz da bunu. Hemen tükenen metinleri okumaz. Aynaya bakmaktan ürker. Kendi bedeninden tiksinir. Bir de üremekten.

Öteki Borges

Yazdıkları ve ona dair yazılanlar bize her zaman “öteki Borges”i düşündürür. Nedir bunlar derseniz:

• Belleği,

• Sevgisizliği,

• “Ata kültü”ne bağlılığı,

• İçsel çatışması,

• Anneciliği,

• Tiksindiği “öteki benlik”in sırrı,

• Sürekli kendini bekleme hâli,

• Bölünmüşlüğü,

• Borgesvari olmanın iklimi.

Biliriz ki; yazı ve düşüncelerine yansıyan şakacı ve düzenbaz Borges sadakatsizdir. Şu cümlesi de onun bu yanlarını anlatmaktadır: “Ben hiç kimseyim, bir kişiliğim yoktur, biz yüzeysel kişiliklerimizin altında hiç kimseleriz.”

Borges’in anlatılarında konuşan bazen kendisi, bazen de anlatıcı dış-kimliktir. Yani o okuyan, derleyendir. Yazıp anlatırken kişiliğin hiçliğine sığınır. Çünkü ilk gençliğinden beri kör olma korkusuyla yaşar. Bununla birlikte kör alfabesini öğrenmez, kendisine “okuyucu”lar tutar sürekli. Benlik sanrısı, savrulmasıyla değil, bellek kanamasıyla yazar. Bu nedenledir ki sızıları gizlidir. Bir fanusta tutar kendini sürekli bir anlatıcı olarak. Anlatılarındaki gerçekdışılık hissi de biraz buradan gelir. Bellek oyunlarına açıklığı bir yöneliş değil, varlığının tözünden gelendir. Evet, yazdıklarını görmez, duyar ve işitir. Körlük üzerine de yazmıştır üstelik. Bu yanının aşk hayatını nasıl etkilediğini irdelemek başlı başına bir olgudur. “Körlere karanlık yasaktır. Ben ışıldayan bir sisin ortasında yaşıyorum.” der.

“Doğuştan yazar”lık diye bir şey var mı diye sorsalar, ben buna Borges’i örnek veririm. Nasıl bir şeydir bu derseniz, dönüp onu okuyarak, hatta ders çalışır gibi çalışarak irdeleyin derim. En azından nasıl yazar olunamayacağını görürsünüz. Kuşkusuz ona dair okuma/bilme yolculuklarınızda karşınızda 99 yaşında bir anne ile 76 yaşındaki bir oğulun çıktığını gördüğünüzde, birilerine bağımlı yaşamasına şaşarak bakarsınız. “Erkeklik öldürücü bir anne figürü”, Borges’i çevreleyen bir gerçekliktir. Annenin bu etkisi kadar babadan da devraldığı pek çok şey vardır. Ki, bunlar onu edebiyatta tutanlardır.

Anlatıcı Borges

Borges’in anlatıcılığının kendini gösterdiği yan, kısa öykü ve küçük denemeleridir. “Kısa”lık onda bir ölçüt değildir. Asıl olan buluşlar/düşünsel öz/imge ve mecazlardır. Kısa deneme veya öykü zaman zaman bir kitap hacminde bilgiden daha etkileyici/yönlendiricidir onda.

“Hikâye Anlatımı” adlı bu dokuz sayfalık deneme, bir kitap hacminde söylenecek veri ve ipuçlarını içerir. “Borges ve Ben”deki anlatımı da öyle. Buradan “Öteki” öyküsüne geçtiğimizde, başlı başına roman olabilecek yoğunluktaki bir metinle yüzleşiriz.

Borges, her metnini zekice buluşlarla donatır. Matematiksel bir kurgu/tasarım ve kusursuzluk içermesini salt “kısa” yazmaya veremeyiz. Evet, o bir Arjantinlidir. Konuları, izlekleri, olayları, kişileri, yer ve mekânlarıyla oranın varlığını hissettirir sürekli. Ama ruhsal vatanı yoktur. Dünya edebiyatıyla beslenir çünkü. Binbir Gece Masalları’ndan Don Kişot’a, İncil’den Kur’an’a uzanır.

Zaman zaman Kafka’ya, Joyce’a yakınlaşır. Gezindiği edebi iklimde birçok akrabası vardır. Onun esin kaynaklarını bir araya getiren ansiklopedi, sanırım “Borges Ansiklopedisi” olarak dünya yazarlarına da önemli bir armağan olur. André Maurois şunu der onun için: “Okuduklarından biriktirdiği bilgi derin değilse de -daha çok kıvılcımlar çaktırmak, parlak fikirler bulup çıkarmak için yararlanır bu bilgiden- son derece geniştir.”

Borges’in bu yanını Salâh Birsel’e benzetirim, hatta bizim Borges’imizdir o. Meraklı bir okuma oburu, dili keşfe çıkan bir dilbaz, ironiyi elinde fener gibi tutan bir “yeniçağ tarihçisi.” “Salâh Bey Tarihi” kadar, “Sinyor Borges Tarihi” diyebileceğimiz birikimden söz edebiliriz. Her ikisinin kan/can/dil ve edebiyat dolaşımında ilginç rastlaşmalar/buluşlar etkiler vardır. Buna anne/baba, Buenos Aires-İzmir, İngilizce-Fransızca vb. ikiliklerden yola çıkarak baktığımızda, kendi Borges’imize ne denli haksızlık ettiğimizi de gözleriz.

Borges de ele aldığı/ilgi duyduğu bir konunun izini sürer, dillendirilenleri bulup çıkarır; sonra da kendi sözüne getirir diyeceğini. İşte onun asıl zekice buluşu burada gelip okurunu yakalar. Borges düşü düşünceyle, aklı zekâyla, bilgiyi imgeyle buluşturur. O, yazdığı öykü ve denemelerinin konusunu çoğunlukla okuduklarından çıkarır. Oradan aldığı esinle yaşam bilgisinden de renkler katar. Ama bunlar sınırlıdır, hatta belirleyicilik bile taşımazlar. Bu anlamda Borges taşıyıcı bir bellektir. Anlatılarını zaman zaman belirsiz bırakması, çokanlamlılık yükleme sevdası bir eksiklik olarak görülebilir mi bilmem ama bence, bu iki temel etmen onun anlatısının asıl dokusunu oluşturur.

Yazdığını önemser, kendini önemser görünmez. Ama yazdığına öyle anlamlar yükler ki ister istemez siz dönüp ona bakarsınız. Kim olduğunun ötesinde, bunlarla nasıl baş edip bir araya getirdiğini düşünürsünüz. Borges akıl çağı ile düş çağını buluşturan yazardır.

Bu yazı Arka Kapak dergisinin 31.sayısında yayınlanmıştır.