Hasan Öztürk

Kitaplarından birine ad olan “Neden Yazıyorum(Neden Yazıyorum, Sel, 2013) yazısını, “Ve dönüp eserlerime baktığımda, politik bir amacım olmayınca hep ruhsuz kitaplar yazdığımı ve ağdalı pasajlara, anlamsız cümlelere, süslü sıfatlara ve genel olarak saçmalığa kapıldığımı görüyorum,” cümlesiyle bitiren 1984 yazarı George Orwell’e göre geçim kaygısı dışında “yazmayı sağlayan dört temel dürtü” katıksız egoizm, estetik coşku, tarihsel itki ve politik amaç, “her yazarın içinde farklı derecelerde bulunur.” Sosyalist rejimin, Stalin iktidarında yarattığı “korku imparatorluğu” yergisi Hayvanlar Çiftliği ile 1984 kitaplarıyla dünyanın okuduğu Orwell, “Sanatın politikayla hiçbir ilgisinin olmaması gerektiği fikrinin kendisi de politik bir tutumdur,” diyerek ekler: “1936’dan bu yana yazdığım ciddi eserlerin her satırı, doğrudan ya da dolaylı olarak, totalitarizme karşı durarak ve -benim anladığım biçimiyle- demokratik sosyalizmi destekleyerek yazıldı.” Biat kültürünün egemen olduğu totaliter bir yönetimde düşünce özgürlüğü, mülkiyet hakkı, cinsel yaşam, muhalif tutum benzeri her tür bireyselliğin yok edildiği belleksiz bir toplumun ödeyeceği ağır faturayı kurmaca ve didaktik metinleriyle göstermeye çalışan George Orwell, 1984 romanında özgürlüğün devlet eliyle yok edilişini evrensel boyuta taşımıştır. Orwell, “düşünce özgürlüğünün ortadan kalktığı yerde yazının ölüme mahkûm” olacağını anlatmaya çalıştığı “Yazının Korunması” (Kitaplar ve Sigaralar, Sel, 2012) başlıklı başucu yazısında “Yalnızca totaliter bir yapı edinen ülkelerde yazın ölüme mahkûm olmakla kalmaz; aynı zamanda totaliter bir dünya görüşünü benimseyen, zulüm ve hakikatin tahrif edilmesi için bahaneler üreten yazar da, bir yazar olarak kendini yok eder,” cümlesiyle sanatçının iktidar gücü karşısındaki tutumunun tarihsel serüvenine da katkıda bulunur. Sorun, “totaliter diktatörlük çağına emin adımlarla” giderken Balinanın Karnında edebi seçeneğimizin ne olacağıdır.

Bireyselleşmiş Toplum (Ayrıntı, 2011) kitabında “modern dünyanın başlıca ikonlarını” öz olarak; “İnsan faaliyetlerini, her tür kendiliğindenlik ve bireysel inisiyatifi sınırlı tutulup, zihinsel yetenekler kullanılmaksızın tartışmasız ve mekanik biçimde izlemesi gereken basit, rutin ve genellikle önceden tasarlanmış hareketlere indirgeyen Fordist fabrika; memurların kimliklerinin ve toplumsal bağlarının, şapkalar, şemsiyeler ve paltolarla birlikte vestiyere bırakıldığı, böylece sadece emir ve talimatlar kitabının, içeridekilerin eylemlerine, orada kaldıkları sürece rehberlik edebildiği, en azından doğal eğilimi bakımından Max Weber’in ideal modelini andıran bürokrasi; gözetledikleri kişilere asla güvenmeyen, her an uyanık sakinleri ve gözetleme kuleleriyle panoptikon; asla uyumayan, sadakat göstereni ödüllendirmek ve sadakatsiz olanı cezalandırmak için daima hızlı ve aceleci olan Büyük Birader ve nihayet, insan uysallığının laboratuar koşullarında sınandığı ve yeterince uysal olmadığı sanılan herkesin gaz odaları ve Auschwittz krematoryumları için seçildiği yer olan toplama kampı (daha sonra modern iblislerin anti-panteonunda gulag da ona katılacaktı)” biçimiyle sıralayan Zygmunt Bauman, sözü 1984 romanına getirerek “on yıllarca (hâlâ o kadar da eski olmayan) kamusal korkular, kötü önseziler ve kâbusların yetkin katalogu” saydığı roman için 1984 yılındaki ilginin “saman alevi gibi” sönüp gitmesinin nedenlerini irdeler. Bauman’ın bu bağlamdaki, “Pek çok yazar, gene beklendiği gibi, Orwell’in kehanetindeki doğruyu ve doğru olmayanı, Orwell’in yazdıklarının zaman içinde gerçekleşip gerçekleşmediğini sınamak için kalemlerinin ucunu sivrilttiler,” cümlesi, 1984 yazarının edebi mirasının önemine vurgudur.

Kitabının, “özet niteliğindeki bir önsöz” yazısına “Tüm canlılar daha iyi bir dünya arayışındadırlar,” cümlesiyle başlayan Karl Popper, memnuniyetsizlik sorununun eskiliğini vurgular bir bakıma. Ahmet Haşim’in esenlikler diyarı O Belde yolculuğunun başlangıcına dair kesin bilgiler yok; ancak İsa’dan beş yüz yıl önceki şair Xenophanes, “Açmadılar başından tanrılar her şeyi ölümlülere/Ama bizler, zamanla buluruz arayarak daha iyiyi” dizeleriyle, sonradan “ütopya” olarak adlandırılacak kurgusal iyi yolculuğuna çıkarır bizi. Eflatun’un Devlet’iyle işaret taşı konulmuşken Thomas More’un adlandırmasıyla “ütopya”, arayışın ve umudun sığınağıdır. Sait Faik’in, “içinde iyi şeyler söylemeye, doğru şeyler söylemeye selâhiyetle kıvranan adamın, korkmadan ve yanlış tefsir edilmeden bu bir şeyleri söyleyebildiği bir dünya” kurulamadığından olmalı Bauman’ın sözünü ettiği ikonlar, “Çevremize saçtığımız mutsuzlukla ilgilendiririz ötekileri,” sözü için doğrulamaya kalkar Cioran’ı; umudun yerini umutsuzluk almıştır artık. Westminster mebusu, Hürriyet yazarı John Stuart Mill’in, muhalifleri küçümsemek için kullandığı “distopya” sözcüğünün adlandırdığı bu karamsar dünya, Orwell’in 1936’da yayımlanan şiirinde; “Mutlu bir papaz olabilirdim/İki yüz yıl önce/Tanrı’nın hükmü hakkında vaaz vermek/ Ve cevizlerimin büyümesini izlemek üzere/ Ama yazık ki doğdum şeytani bir çağda/Kaçırdım o hoş sığınağı/ Zira üst dudağımın üstünde tüy bitti/Ve tüm ruhban sinekkaydı” dediği belirsizlik ortamıdır. Adının; kakotopya, anti ütopya, karabasan kurgu, karşı ütopya, ya da distopya olmasının bir ayrımı yoktur; “yeryüzü cennetlerinin sonu” gelmiştir artık yirminci yüzyılda.

Modern dünyanın ikonlarının egemenliğinde; özgürlüklerin kısıtlandığı, insani değerlerin yerini makine ya da bürokrasinin aldığı, bireyin yok sayıldığı, itaat kültürü yaygınlaştırılırken biat etmeyenlerin cezalandırıldığı, özel yaşamın yok sayılarak güvenlik bahanesiyle hereksin gözetlendiği, dilin/edebiyatın iktidarın emrine kullanıldığı, otoritenin buyruğuyla birörenk insanların kuşattığı toplumları gelecekte bekleyen tehlikeleri önceden duyuran distopya mirasının önemli bir ismi Hayvanlar Çiftliği ve 1984 yazarı George Orwell, okunduğu ölçüde eleştirilecektir elbette. Ne var ki yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreğinden hayli yıllar aldığımız bir dünyada iktidarı ele geçirenlerin, yüz yıl öncesinin bireysel hak ve özgürlükleri yok sayan proje ulus devlet önderlerini aratmayacak biçimdeki otoriter uygulamalarına tanık oldukça, Biz (Yevgeni Zamyatin, 1924), Cesur Yeni Dünya ( Aldous Huxley, 1932), Fahrenheit 451 (Ray Bradbury, 1953), Makina Efsanesi (Levis Mumford, 1967) vb. gibi 1984’ü de yeni bir gözle okumamız gerekecektir.

Devletin amacını “bireysel güvenlik” gerekçesine bağlayıp “egemenimiz yaptığımız kişi veya meclisin istisnasız bütün eylemlerini kabul etmekle, kendimizden hangi özgürlüğü esirgediğimizi” düşünmemizi öneren Leviathan (Thomas Hobbes, YKY, 2013) yanlısı olmadığımı açıkça söylemeliyim. Kâtip Çelebi’nin, “Muhtesibin evin içinde işi ne” uyarısının, -kapsam alanı genişletilerek- uygulanmasıdır seçeneğim. Romanın yayımlandığı yıllarda Büyük Birader ve onun toplumu denetleyici ayna/kamera sistemini abartılı bulanlar Orwell’i öngörüsü için kutlamalılar bugün. Jeremy Bentham’ın ticari/teknolojik projesi Panoptikon -gözün iktidarı- (Su Yay., 2008), Foucault’ya esin kaynağı olmadan önce 1984 romanında siyasal projeye dönüşmüştür. Bu nedenle Panoptikon kitabı ve özellikle de Barış Çoban’ın metni tamamlayan yazısı okunmalıdır Orwell’in kaygısı için. Orlando Figes, Karanlıkta Fısıldaşanlar (YKY, 2011) kitabında şaşılacak biçimde 1984’ün izini sürmüştür dense yeridir. Halit Ziya’nın, bir dönemin hemen sonunda, 1908’de yazdığı Nesl-i Ahir romanında, kahramanlarını Hiristos Tepesi’nde, “Sizi kim temin eder ki burada çamların her birinde bir casus kulağı yoktur?” kaygısıyla dolaştırması, Kırk Yıl’ındaki yaşamışlıklarıdır. Kalemler sivriltiliyor, devralınan miras zenginleştirilerek devrediliyor. Seyrek Yağmur (Barış Bıçakçı, 2016) romanında “Efendi”; Sessizlik ve Gürültü (Nihad Siris, 2016)’de ise “Lider” adıyla karşımızdadır Büyük Birader; söylenmesi gereken Büyük Birader, Efendi, Lider, vb. güç adına coşkuyla çalışan iktidar doğrulayıcı gazeteci, yazar, yayıncı, akademisyen, bürokrat türündeki “mensup olmak için doğmuş” iktidar aparatlarının her dönemde var olduğudur.

Dinlenme/fişlenme yakınmalarının ayyuka çıktığı bir dünyanın iktidarında gözetlenip denetleniyoruz. Duvarları, altlarında “büyük biraderin gözü sende” yazılı ve “gözleriyle insanın hareketlerini izliyormuş gibi” yapılan resimlerle örtülü binalar ile dış cephesinde “savaş barıştır/özgürlük köleliktir/bilgisizlik kuvvettir” yazan, üç yüz metre yüksekliğindeki “doğruluk bakanlığı” binaları yalnızca Londra’da mı dersiniz. Sessizlik ve Gürültü’yü okurken 1948’deymişim gibi geldi bana; Balinanın Karnında, kaderimiz Yunus olmak değilmiş yani.

Bu yazı Arka Kapak dergisinin 11.sayısında yayınlanmıştır.