Azra Gülce

Nasıl ki Bursa mevzubahis olduğunda Ahmet Hamdi adı anılmazsa bir eksiklik hissiyatı sarar yazıyı, Üsküdar’dan bahis açıldığında da Tanpınar’ı zikretmemek olmaz. Çünkü onun kurduğu cümleler, tıpkı Evliya Çelebi’ye benzer, şehri muskalayan, tılsımlayan bir şekle bürünür. Huzur’un coğrafyasında Osmanlı’nın “eski dar”ı kendi halinde yer alır. Beş Şehir yazarına göre Üsküdar, semtleri kendisine yetebilen değerler dünyasının son miraslarıyla biz farkında olmadan içimizde bir ruh bütünlüğü kurar, hülyalarımız, isteklerimiz değişir.

Bu, gerçekten böyle midir? Üsküdar, dostlarının her daim ruznamesindedir. Fakat Türkiye’nin gündemine Şemsi Paşa Cami çevresinde çakılan kazıklar ve denize beton doldurulmasıyla gelmişti ki söz konusu hâl, şehrin yüzü kadar eski bir mesele aslında. Cumhuriyet devrinde Tek Parti ile başlayan, Demokrat Parti ile adeta şaha kalkan meydan çalışmaları, ta bugünlere kadar geldi maalesef. Şimdi Tanpınar’ın gözlüğüyle şehri okusak bize aynı lezzeti verir mi, dudaklarımızda ‘hep o şarkı’ terennüm eder mi? Soruların cevabı biraz meçhul, biraz flu sanki. Ancak muhalefetin mimarî zemin üzerinden yürüdüğü son zamanlarda, şehirlerin şuur halini yansıtan imajlar olarak algılanması, gelecek adına ceplerimizde taşıdığımız umut kırıntıları olsa gerek. Hele hele şehir tarihi üzerine çalışmaların (satışlarıyla doğru orantılı olmasa da) artması, nitelikli okuyucuyla buluşması, kentlilik kavramına bakışın tarihsel kökenlerine inilmesi sevindirici gelişmeler.

Sinan Yılmaz’ın kaleme aldığı Altın Şehir/Üsküdar Kitabı böylesi bir düşüncenin ürünü desek sezadır ki yazar da önsöz de bizi tasdik ediyor zaten. Baştan tebrik notunu düşelim: Eser, İbrahim Hakkı Konyalı’nın Abideleri ve Kitabeleri ile Üsküdar Tarihi ve Mehmet Mermi Haskan’ın Yüzyıllar Boyunca Üsküdar kitaplarının pekâlâ yanında durmayı hak ediyor. 1108 sayfada okuyucunun önüne Üsküdar haritasını seren, lejantları kaydeden Yılmaz, her türlü alkışı hak ediyor; ismiyle müsemma bir eser vücuda getirmiş. Açılışta büyük bir saygıyla yer verdiği Aziz Mahmud Hüdayi’nin himmeti üzerine olsun.


Üsküdar Kitabı
Sinan Yılmaz
Ötüken Neşriyat

Üsküdar neresidir?

Sinan Yılmaz, Üsküdar’ın hem etimolojik hem kronolojik tarihiyle başlıyor anlatısına. Ve Miken Kralı Agamemnon’dan İranlılara, Grekler’den Emevi ve Abbasilere, oradan Türkiye Selçuklu Devleti’nden şehre asıl hüviyetini kazandıran Osmanlı İmparatorluğu’na kadar birçok olay sıralanıyor/sırlanıyor. Başlıktaki suale verilen en şık ve naif cevap ise şu oluyor galiba: “İstanbul’un Medinesi… Kâbe toprağı…” Bu arada yeri gelmişken belirtelim Üsküdar, İstanbul değildir! Çünkü Şehr-i Stambol, Suriçi’dir. Üsküdar ise Asya’nın başlangıcı yahut sonudur. Teknik olarak şunu da söyleyebiliriz: Üsküdar, 1926 yılında İstanbul’a bağlanır. Ol sebepten hâlâ “özerk”liğini elinde bulunduran “bağımsız bir şehir”dir. 1877’de Payitaht’a gelen İtalyan yazar Edmondo de Amicis’in bir vapur yolculuğu sırasında arkadaşına sorduğu şu soru güncelliğini muhafaza eden bir kalıptır: “İstanbul mu daha güzel, Üsküdar mı?”

Mümtaz’la Nuran’ın izinde…

Yazarın kaleme aldığı el emeği göz nuru addedebileceğimiz çalışmasının fonunda Tanpınar’ın sesi duyuluyor dikkatle kulak kabartıldığında. Zaten Yılmaz da bir söyleşisinde “Nuran ile Mümtaz Üsküdar’ın ta kendisidir.” diyor. Bu ruhsal kıyafetin kendi köşesinde sessizce durduğu yer ise Salacak olsa gerek. Şehrin “en güzel penceresi”nden İstanbul’a bakmak ise ayrı bir keyfiyet… Zaten müellif de bu özel ânı anılaştırmak için gurubun kızıl renge bürünmesini beklemenin ve öncesinde Salacak çevresinde kısa bir gezinti yapılmasının isabetli olacağını söylüyor. Çünkü Yahya Kemal’in “Üsküdar bir ulu rüyayı görenler şehri” mısraı, Suriçi’yle, Ayasofya’yla, Topkapı Sarayı’yla göz göze gelindiğinde anlamlı hâle geliyor.

Tabi ki değil Üsküdar’ın, İstanbul’un, belki de Türkiye’nin sembollerinden addedilen Kız Kulesi’ne ise ayrı bir parantez açmak gerek. Yılmaz’ın şu sorusu oldukça yerinde ve bamteline dokunuyor: “Neden en güzel İstanbul fotoğraflarında oluşan albümlerin kapağında, ille de Kızkulesi olmalıdır?” Mitolojik kurgulardan, sepetine yılan giren kızın dramına, Seyyid Battal Gazi’ye, II. Mahmud’un tuğrasına… Hemen her şey “Kız Kulesi beyaz iken” söylenmiş sözler manzumesidir aslında.

Tramvaylar nereye gitti?

Üsküdar Kitabı’nın sayfaları arasında dolaştıkça ki Sinan Yılmaz tarifleriyle harikulade bir mihmandarlık yapıyor zaten, kıyıda kalmış güzelliklerin farkına varıyorsunuz. Bugün Üsküdar-Ümraniye metro hattı ihtiyaca çokça cevap veren bir hat. Semtin ya da şehrin toplu taşımayla olan mazisi epey eskiye dayanıyor, not düşelim. Tramvay işletilmesine ilişkin ilk çalışmalar 1927’de başlatılır ve bir sene sonra da Üsküdar-Bağlarbaşı-Kısıklı, ertesi yıl da Üsküdar-Haydarpaşa hattı hizmete girer. Sadece bu güzergâhlar değil, 1955’te de Üsküdar-Kadıköy Halk Tramvayları arzı endam eder şehrin sokaklarında. Üsküdar’dan Kadıköy’e yine nostaljik bir hat uzansa; böylesi bir temenni metropolün keşmekeşinde çok mu fantastik olur sizce?

Karacaahmet’ten rock’n roll sesler!

İmparatorluğun ikinci padişahı, Osmanlı hükümetinin kurucusu Orhan Gazi, 1352 senesinde Üsküdar’ı devletinin sınırlarına dâhil eder. İşte onun İstanbul’a uzaktan bakan yerleri almasıyla Türkiye’nin en büyük, dünyanın da sayılı kabristanın hikâyesi böyle başlar. Hacı Bektaş-ı Veli’nin müritlerinden Karaca Ahmet Sultan’ın dergâhını bu mahale kurmasıyla da “sonsuzluğun eşiği” olur. Karacaahmet’in orta yerindeyse bir Acem Mezarlığı vardır. Bir başka Horasan ereni olan Seyyid Ahmed’in adını verdiği bu köşe, özellikle İranlıların İstanbul’daki en önemli mekânlarından birine dönüşür. Kösem Sultan’ın baniyesi olduğu Büyük Valide Han’daki İranlılar Mescidi’nin dışında, Muharrem matemlerinin tertip edildiği bir yerdir burası. Tasavvuf ve edebiyat tarihçisi Abdülbaki Gölpınarlı ile Türkçe sözlü rock müziğin kurucularından Muhtar Cem Karaca son uykularını burada uyuyor. Meraklısına not: Minaresi olmayan ve ilk yapıldığında ahşap olan cami, 1933’te şimdiki haliyle yenilenir. Kapı üzerindeki kitabe Hamid Aytaç hattıyla yazılmıştır. Minberi ahşap olan caminin mihrabını süsleyen çiniler, İran’dan getirilmiştir.

Şehrin gerdanındaki nergisler

Üsküdar, her ne kadar kerameti “kendi merkezi”nden menkul bir yermiş gibi görünse de beledî sınırları itibariyle tam olarak öyle sayılmaz. Zaten elimizdeki çalışma da mücavir alanı Anadoluhisarı’na kadar (Çünkü burası Beykoz Belediyesi’nin sınırlarına ait) uzatıyor. Üsküdar’a veda ettiğinizde sizi ilkin “iyi komşular beldesi” Kuzguncuk karşılıyor. Bu arada 862. sayfaya gelmişsiniz demektir, belirtelim. Belki de en güzel Boğaziçi köyündesiniz; çünkü herkes kendi rengiyle burada: cami, kilise, sinagog; manav, fırın, kafeler, sanat galerisi… Evet, Kuzguncuk küçük bir metropol denemesi. Çünkü bir yandan Ezan-ı Muhammedi okunurken; öte taraftan Ayios Panteleimon Ayazması’nda yazan “Yalnız yüzünüzü değil, günahlarınızı da arıtın.” ikazıyla karşı karşıya kalıyorsunuz.

Sonra “zariflerin semti” Beylerbeyi’ne adım atıyorsunuz. İnsanın karşısına neler çıkmıyor ki? İçinde Osmanlı padişahları arasında ilk ve tek heykele sahip Abdülaziz Han’ın yontusuna ev sahipliği yapan Beylerbeyi Sarayı, Beylerbeyi Cami ki asıl adı Hamid-i Evvel’dir ve bu isimde İstanbul’da Emirgan ve Anadolu Feneri’nde olmak üzere iki cami daha vardır, İstiklal Şairi’nin 1908-1912 yılları arasında ikamet ettiği evi, Asaf Halet Çelebi’nin şiirli sokağı… Yol, Çengelköy ve Vaniköy ile devam ediyor, Üsküdar’ın rüyası ya da şarkısı Türkçede üstünlük belirteci olarak kullanılan “en”, “güzel köy” Kandilli ile nihayete eriyor.

Ezcümle, Sinan Yılmaz’a, böylesi arşiv niteliğinde bir eser kaleme aldığı için şehir tarihi muhipleri adına teşekkür ediyor ve kitabının sonunda görünmez mürekkep ile not düştüğü şu cümleyi buraya kaydediyorum: “Bir şehri sevmek, aşka sebep aramaktır!”

Arka Kapak dergisi 29. sayı