A. Ali Ural

İnsanın insanı küçümsemesiyle çıktı yangın ve kül etti her şeyi. Küçük bir memur olsa da Yakov Petroviç Golyadkin, insandı ve küçüğü olmazdı insanın. Küllerini rüzgârın savurmasına izin vermeyişi bu yüzden. Daha sabah koşmuştu konsolun üzerindeki yuvarlak aynaya. “İlk bakışta hiç dikkati çekmeyen önemsiz bir karakterin mahmur ve zayıf yansıması”ndan bile hoşnut olmak için geçerli bir nedeni vardı bugün. Bir aksilik olmamış, acayip bir sivilce çıkmamıştı yüzünde. Masasının çekmecelerini altüst etti ve buldu eski yeşil cüzdanını. Gri, mavi, kırmızı ve yeşil rengârenk paralar vardı içinde. Boyayacağı tablonun renkleriydi bunlar. Uçuruma itilmişti madem, tutunacak bir dal yok diye bırakmayacaktı kendini boşluğa, tutunacak bir dal hayal edecekti. Bir kâhine düşürecekti yolunu boyalarını nasıl kullanacağını öğreten; aynayla tuval arasında kan ter içinde koşturup duracağı günlerin eşiğinde: Dostoyevski’ye.

Öteki
Fyodor Mihayloviç Dostoyevski
Çeviren: Tansu Akgün
İş Bankası Kültür Yayınları

Çünkü Dostoyevski’dir elebaşısı aşağılanmış ruhların. Kâhini ve elebaşısı. Karamazov Kardeşler’in Alyoşa’sının cenneti değil midir “içinde aşağılanan ve hakarete uğrayan insanın kalmadığı bir dünya” Delikanlı’nın kahramanı “Ya! Beni küçük düşürdünüz demek! Alın öyleyse! Görün bakın, ben daha da küçük düşüreceğim kendimi!” diye haykırmıyor muydu! Yeraltından Notlar’ın serserisi bir bilardo salonunun penceresinden atılan adamı kıskanmıyor muydu, dayak yiyebilirdi; yeter ki kayıtsız kalınmasın varlığına. Golyadkin de Dostoyevski’nin diğer kahramanları gibi aşağılanma bataklığından kurtarmaya çalışacaktı kendisini. Kabağı kupa arabasına çevirecek perisi olmasa da “yeni ben”i yolunda harcayabileceği yedi yüz elli rublesi vardı.

Zenginler gibi giyindi ve süslendi. Zenginler gibi kuruldu kiraladığı arabaya. Zenginler gibi bir ifade taktı yüzüne. Zenginler gibi uşağına sırmalı kıyafetler giydirdi. Fakat zenginler gibi arabanın penceresinden dışarı bakmayı başaramadı Golyadkin. Aynı dairede çalıştığı iki küçük memurla göz göze geldiğinde kaçırdı bakışlarını, tanımıyormuş gibi. Ancak tam yanında duran başka bir arabanın penceresinde müdürü Andrey Filippoviç’i görünce ne yapacağını bilemedi. Saklanmaya çalışarak kendini iyice küçülttü. Araba geçip gittiğindeyse bir pişmanlık kaplamıştı ruhunu: “Acaba selam verse miydim? Ben olduğumu kabullense miydim?”

Köprüden önce son çıkıştı doktorunun evi. Kim bilir içini dökecek olsa ve anlaşıldığına dair küçük bir kıvılcım düşse karanlığına, davete gitmekten vazgeçer, arabacıya evime çek, derdi soğuk rüzgârlarla yıkayarak kalbini. İş yerindeki entrikalardan söz edebilirdi doktoruna, maskeli yüzlerden, adam kayırmalardan, yalakalıklardan. Operatör Doktor Rutenspitz’in “pırıltılı bakışları bile bütün hastalıkları def etmeye yetecek gibi görünse de” reçetesindeki ilaçların yeterliliği şüphe götürüyordu: Eğlence, içki ve kadınlar… Özellikle davetlere gitmeliydi Golyadkin.

Dram insanın kendi benini kabul etmeyişiyle başlıyordu. Kabullenebilseydi çağırılmadığı davete katılmaya çalışmaz, kapıdan çevrildiğinde paltosunun yakasını kaldırıp, yüzünü saklamaya çalışarak kaçmazdı cehennemine. Arabasıyla birlikte yerin dibine gömülmezdi pencerelerden taşan alaycı bakışların altında. Fakat burada bitmemişti ne yazık ki dram, başlamıştı belki. Öyle görkemli bir davetti ki bu anlatıcı Homeros ya da Puşkin gibi bir şair olmayı diliyordu betimleyebilmek için manzarayı. “Ah neden sanki böylesine güzel ve yüce anları, erdemin ahlaksızlık, kıskançlık ve kötü niyet üzerinde zafer kazanışını anlatabilmenin sırrını bilmiyorum,” diyerek ironi mürekkebine batırıyordu sonra kalemini.

Golyadkin nasıl uzak kalabilirdi şairlerin bile anlatmaktan aciz kaldığı görkemli şölenden. “Başarıya ulaşmak için her yol denenebilir,” demiyor muydu bir Cizvit atasözü. Yol kısa, kapı tenha, arzu büyüktü. Şapkasını ve paltosunu üzerinden fırlattığı gibi önce çay salonuna, sonra bitişiğindeki kumar odasına, oradan da dans salonuna süzülüverdi. Bir dinlenme zamanı olsa gerek, dans etmiyordu kimse. Davetlilere çarpa çarpa oradan oraya savruldu Golyadkin ve ezici bakışların altında bir köşeye büzüldü. Fakat orkestra polka çalmaya başlayınca dalgalandı salon. Etekler ve kollar uçuştu. Öyle bir rüzgârdı ki bu Golyadkin’i bile sürükledi onuruna balo düzenlenen Klara Olsufyevna’nın yanına ve uzattı elini. Trajedisini dansa kaldırıyordu Golyadkin.

Klara Olsufyevna çığlığı basınca bütün kahramanlar aynı anda onu kurtarmak için koşuştular. Bir anda Klara’nın on beş metre uzağında buldu kendini Golyadkin. Sonraki mesafeyi ise hiç kimse ölçemedi. Bir el koluna, diğeri sırtına yapışmış kapıya doğru sürükleniyordu. Merdivenlerin değil uçurumun kenarındaydı. Soğuk hava yüzüne vurduğunda yeniden çalmaya başlayan orkestra, benlik fayındaki çatlamaya eşlik ediyor, gitgide büyüyen çatlak bir sokak lambasının soluk ışığı altında iki keskin parçaya ayrılıyordu: Büyük Golyadkin ve Küçük Golyadkin.

İnsan bir kez parçalanmayagörsün denizin yarılmasından daha dehşetli bir resim çıkar ortaya. Kurtuluşa değil, felakete açılan yoldur bu. “… Golyadkin’in kopyaları her yerden bitiveriyordu. Her bir kopya birbiri ardına takılıp uzun bir ördek sürüsü gibi büyük Golyadkin’in arkasında badi badi yürüyordu,” diye sevimli bir görüntüyle yumuşatmaya çalıştığına bakmayın Dostoyevski’nin manzarayı, “Şimdi bir sihirbaz gelse ya da bir anlaşma yapılsa da: ‘sağ elinin bir parmağını verirsen ödeşiriz, o zaman öteki Golyadkin’i ortadan kaldırırım, tek parmağı eksik ama mutlu bir adam olursun’ deseler, hiç sızlanmadan seve seve kabul ederdim” dedirten de odur kahramanına.

Zira çatışmaların en büyüğüdür içteki çatışma. Parçalarını birbirine düşman eder insanın. Kendini ağırlaması yüz misafiri ağırlamasından daha zordur, kendine yazdığı mektubu anlaması imkânsız. Hele kendi kendinin işine göz dikmişse. Sevmediği arkadaşlarına yalakalık, hazzetmediği müdürlerine şirinlik yapıyorsa! Hatta bir adım daha gidip bizzat kuyusunu kazıyor, gözden düşürmeye çalışıyorsa onu. O zaman Golyadkin öteki Golyadkin için açacaktır ağzını: “İnsanlar! Şu Golyadkin alçağın biri! Ona dikkatle baksanıza; dürüst erdemli, kibar ve bağışlayıcı olanla karıştırmayın…”

Fakat insanlar erdemli Golyadkin’i değil, sahtekâr Golyadkin’i sevdiler. “Şüpheli ve beş para etmez Golyadkin’in hareket hızı şaşırtıcıydı. Birinin kalbini kazandıktan sonra, göz açıp kapayıncaya kadar bir başkasına yöneliyordu. Birisinden bir gülücük kopartınca bodur bacaklarıyla sıçrayıp bir üçüncüyü kazanmaya gidiyordu. Siz daha hayret etmeye bile zaman bulamadan, dördüncüyle aynı oyuna girişiyordu. Korkunçtu.” O kadar korkunçtu ki Klara Olsufyevna imzasıyla bir mektup dahi gönderdi erdemli Golyadkin’e. “Benim yüzümden acı çeken, kalbimin soylu sevgilisine… Zor durumdayım, ölüyorum, beni kurtarın…” dedirterek öldürücü hamleye hazırladı ikizini.

Ah Golyadkin, katiller gibi dönüp dolaşıp suç mahallinde alıyorsun soluğu, oysa maktulsün. Sana düşen boylu boyunca uzanmaktır gömülene kadar. Beni kaçır, diye yalvardığına inanma Klara’nın. Sen anlatıcının “Endüstri çağında romantik kelimelere yer yok. Jean Jacques Rousseau’nun zamanı geçmişte kaldı,” diyen sesine kulak ver. Ama hayır, yüzyıllarca değişmeyen son seni de bekleyecek. Ağır ağır çektiğin ağda çırpındığını fark ettiğinde suya bırakamayacaksın kendini.

Dışarıdan seyrettiği o görkemli eve çağırdılar Golyadkin’i, her pencereden gel diye el sallıyorlardı. Cinayetlerini telafi etmek ister gibi hoş karşıladılar ölüyü. Merhametle baktıkları bile söylenebilir. Uzun bir bekleyişten sonra “Geliyor! Geliyor!” kelimeleri dalgalandı kalabalıkta. Gümbürtüyle açılan kapıdan siyah frak giymiş bir adam içeri girdi ve Golyadkin’e doğru yürüyüp elini sıktı. Bu uzun favorili tıknaz adam Doktor Rutenspitz’ten başkası değildi. Köprüden önceki son çıkıştı hikâyenin başında o. Belli ki filmi yeniden oynatacaklardı. Kollarından tutup bindirdiler arabaya. Doktor da bindi aynı arabaya ve kapandı kapı.

Karanlık bir ormanda şeytani bir sevinçle parlıyordu Doktor Rutenspitz’in gözleri. Büyük çığlığıyla ormanı kül etmeden önce işittiği cümle şuydu Golyadkin’in: “Hak ettiğinizden çok daha iyi, aydınlık, hizmetçisi olan, sıcak bir yere gidiyorsunuz.” Dostoyevski Golyadkin’in devayı aradığı ele koyarak zehri çağın yakasına yapıştı. “Başyapıtım,” dese de kimse inanmadı ona. Gogol’un “Palto”sunun “Öteki”siydi, hiç kimse üzerine almadı. 

Bu yazı Arka Kapak dergisinin 27. sayısında yayınlanmıştır.