Vecdi Demir

Avrupa dünyasında Orta Çağ bir anlamıyla sabit değerler sistemi, epik düzenin hâkimiyeti ve kahramanlar çağının selameti demektir. Konum ve hiyerarşilerin keskin olduğu, iyi ve kötünün sınırlarının tanımlandığı, bunların tartışılmasının bile sözkonusu olmadığı bir dünyadan Karl Marx’ın dediği “katı olan her şeyin buharlaştığı” ya da Weber’in söylediği “dünyanın büyü’sünün bozulduğu” bir âleme geçiyoruz. Kısaca romanstan romana, Don Kişotların itibarının kaybolduğu bir iklime çekiliyoruz. Cervantes’in Don Kişot’u yazdığı yıllarda, Giordano Bruno “evrenin sonsuz olduğunu ve dünya dahil hiçbir gezegenin merkezi teşkil etmediğini” söylediği için Kilise tarafından yakılmış, Galileo sekiz yıllık bir yargılamadan sonra ölümden kıl payı kurtulmuş, “fakat dünya kendi etrafından dönmeye devam etmiştir.” Cervantes “çağın ruhu”unu idrak etmiş fakat söz dinlemeyen kahramanı Don Kişot, romanın komik atmosferinde trajik bir figür olmaktan kurtulamamıştır.

Doğrusunu söylemek gerekirse, “büyü”nün merkezî işlevi ve bir tür olarak romanın konumunu tartışmak zorundayız. Vladimir Nabokov Avrupa romanının melez bir tür olduğunu söylerken haklıydı: “Şimdi epik biçiminin evrimine, metrik kabuğunu değiştirmesine, ayaklarının toynaklanmasına şahit olacak; epik denen kanatlı canavarın hemen hemen evcilleştirilmiş bir memeli denebilecek, hususi bir düzyazı biçimi olan eğlenceli öykü ile çiftleşmesiyle başarılı melez bir tür elde edeceğiz, eğer kurduğum metaforu eğreti bir şekilde tanımlamak gerekirse. Sonuç bir kırma, yeni bir tür olacaktır: Avrupa romanı.” O halde Don Kişot’u tartışmak için 17. yüzyılda dünyanın değişen arayüzünü dikkate almak yeterli değildir. Önümüzde ciddi bir tür problematiği vardır.

Ünlü eleştirmen Northrop Frye’a göre romans “bir istek gerçekleştirimini”, “ütopyacı fanteziyi”, “gündelik gerçeklik dünyasını başkalaştırmayı amaçlayan” bir yapıyı imler. “(…) macera romansı, libidonun ya da arzulayan benliğin, onu gerçeklik endişelerinden kurtaracak, ama gene de o gerçekliği içerecek bir doyum arayışıdır.” Frye’ın açıklamalarından çıkaracağımız temel ders, öznenin, daha doğrusu “arzu eden” öznenin bir yeryüzü cenneti arayışını merkeze almış olmasıdır. Peki romansların sağladığı ve bir okuma edimine eşlik eden yeryüzü cenneti nasıl bir şeydi? Sorunun cevabı için ünlü İncognita yazarı William Congreve’e sözü verelim: “Romanslar genelde kadın ve erkek kahramanların, kralların ve kraliçelerin, birinci sınıf fanilerin vb. vefalı aşklarını ve yenilmez yürekliliklerini konu alır; bu hikâyelerde yüce dil, mucizevi tesadüfler ve imkânsız eylemler okuru baş döndürücü bir zevkle ihya eder ve şaşırtır…”

Peki Cervantes romanslara muhalif mi, yoksa borçlu mudur? Cervantes’in Don Kişot’u yazmakla romansları topa tuttuğunu söyleyen yığınla eleştirmen mevcuttur. 45 yıldır üniversitede Don Kişot’u bağımsız bir ders olarak okuttuktan sonra notlarını Don Kişot, Bağlam, Yorum ve Teori adıyla bir araya getiren Jale Parla’ya göre Cervantes, okurların birbirlerinin kopyası olan şövalye romanlarından bıktığını, dolayısıyla aynı külliyata yeni bir kopya eklemekten ziyade külliyatın bir parodisini yapmanın daha orijinal olduğunu fark etmiştir. “Amacı yozlaşmış bir anlatı biçimi saydığı şövalye romanlarında, hatta diğer romanslarda, ne kadar konvansiyon varsa hepsini yıkmaktı.” Beri yandan, Daniel Eisenberg’in aktardığı gibi, Don Kişot hakkında anıtsal bir inceleme kaleme almış erken Cervantes eleştirmenlerinden Diego Clemencín de Cervantes’in Don Kişot’u yazmasındaki temel amacının şövalye romansının büyüsünü yok etmek olduğunu söyler. Romanın “6. Bölüm”ündeki kitap yakma olayını tartışan Michel Onfray’ın hatırlattığı gibi, piskoposun sözlerini Cervantes’in onayladığı düşünülebilir: “Onların biçimleri sıkıntılı, kahramanlıkları inanılmaz, sevgileri yılışık, kibarlık sözleri sakarca, savaşları bitmek tükenmez, konuşmaları aptalca, yolculukları saçmadır; özetle nitelikten yoksun, o kadar yoksundur ki işe yaramaz insanlar olarak Hıristiyan devletlerinden sürülmeleri gerekmektedir.” Aslında Kilise’nin istediği şey bellidir. Şövalye romanslarında dinî değerler geriye itiliyor, aşk ve macera gibi pespayelikler ön plana çıkarılıyordu. Gerçekten de “6. Bölüm”deki kitap yakma sahnesinde Cervantes, piskoposun ağzından tam bir edebiyat eleştirisi sunmaktadır. Çünkü piskoposun kendisi sıkı bir romans okurudur.

Şövalye romansları okuya okuya gerçeklik ilkesinden tamamen kopan, geceleri uyku tutmayınca hangi romansın kahramanının daha iyi olduğunu düşünmekten bir hal olan La Manchalı asilzade, işi gücü bırakıp romansın kurmaca dünyasını gerçek dünyaya yeğlemeye başlar ve giderek Rene Girard’ın “mimetik arzu” adını verdiği olgunun kusursuz bir temsilcisine dönüşür. Korkusuz şövalyelerin, seçkin ve güzel leydilerin hayaliyle bu arzunun içine tamamen çekilir. Örneğin, “1. Kitap”ın “3. Bölüm”ünde hancıyla aralarından geçen diyalogda Don Kişot gerçek dünyanın kodlarından tamamen kopmuştur. Hancı ona, “Parası(nın) olup olmadığını sorunca, Don Quijote hiç parası olmadığını, çünkü okuduğu gezgin şövalye hikâyelerinde para taşıyanına rastlamadığını söyledi.” (s.63)

Aynı kitabın “8. Bölüm”ünde, “Don Quijote bütün gece uyumayıp sevgili Dulcinea’sını düşündü; kitaplarda okuduğuna göre, şövalyeler birçok gece ormanlarda, çöllerde, hiç uyumayıp sevgililerini düşünerek oyalanırlardı, o da onlar gibi yaptı.”(s.97)

“10. Bölüm”de hırpaladıkları bir adamın kendilerini polis teşkilatına ihbar edebileceğini, en iyisi bir kiliseye saklanmak gerektiğini söyleyen Sanço’ya, “Sus,” der Don Quijote, “sen gezgin şövalyelerin, kaç kişiyi itlâf etmiş olursa olsun, adaletin karşısına çıkarıldığını nerede gördün, nerede okudun?” (s.110)

Gerçekte Cervantes’in yarattığı Don Kişot’un metinsel bir dünyada yaşayan, zırdeli bir romantik olduğunu söylemenin yeni bir tarafı yoktur. Özellikle çokça tartışılan yeldeğirmenleri sahnesinde Panza’nın olanca uyarılarına rağmen Don Kişot’un ısrarla değirmenleri sürüyle dev sanması bir fikir verir zaten. Aslında bu sahnenin ilginç bir yorumunu İspanyol eleştirmen Asun Bernardez’in iddiasında bulabiliriz. Magdalena Barbaruk, Patrycja Poniatowska’nın The Long Shadow of Don Quixote’ta aktardıklarına göre, Don Kişot ve Sanço Panza’nın yeldeğirmenleri karşısında aldıkları tavırda, Bernardez’e göre, Don Kişot yazarı bize düz bir gerçeklik sunmaz. Buna göre, Cervantes yorumun metne ve yorumcuya dışsal olmadığını, gerçek objelerin en az kurgusal nesneler kadar yorumlamaya uygun olduklarını gösterir. Bu farklı bakışın bize kazandırdığı anlam nedir? Sıklıkla Cervantes’in eserinin realizmin sınırlarında, hatta merkezinde durduğunu okuruz. Bernardez’in yorumu Don Kişot’un realizmin ötesinde, hiper-gerçeklik dediğimiz bir dünyanın içinde de konumlanabileceğini söyler.

Başta cebelleştiğimiz soruna dönüyoruz. Açıktır ki, Cervantes’in amacı yalnızca budala bir hidalgo’nun maceralarını anlatmak değildir. Uzun yıllar Harvard’da Don Kişot dersleri veren Vladimir Nabokov’a göre Cervantes şövalyeliğe çok şey borçludur. Zira şövalyeliği yapısal bir mesele olarak alımlamış, örneğin bir parodi nesnesine dönüştürmüştür. Nabokov’un iddiasını destekleyecek bir detaya Howard Mancing’in The Chivalric of Don Quijote adlı eserinde tanıklık ediyoruz. Don Kişot’un dilini dönemin şövalye romanslarıyla karşılaştıran Mancing, hem Panza hem de Don Kişot’un konuştuğu İspanyolcanın kesinlikle romans dili olduğunu şüpheye yer bırakmayacak bir biçimde gösterir. Mancing’e göre, romanslar olmasaydı Don Kişot’tan da söz edilemezdi.

Bu yazı Arka Kapak dergisinin 34.sayısında yayınlanmıştır.