Feridun Andaç

Shakespeare bizi daha iyi yapmaz, bizi olduğumuzdan kötü de yapmayacaktır. Ama bize kendi kendimizle konuşurken kendimizi duymayı öğretebilir.

Harold Bloom

Ne dersek diyelim “insan”a çağrısı olan bir yazardır Shakespeare. Ne çok şey gösterir bize. Yüzleşmeden hatırlamaya, öfkeden aşka, savaştan barışa, aldatmadan aldanışa, kinden sevince, ölümden yaşama dair öylesine çok şeyi getirip önümüze koyar ki; hayatın sağanağında yaşarken bunların tümünün bizde, benliğimizde saklı olduğunu da düşünürüz onunla zaman zaman.

Harold Bloom’un şu tespiti de o yönde: “…eğer Shakespeare yoksa bizim içimizde tanıyabileceğimiz benlikler yoktur.”

Çoğunlukla da onun oyunlarındaki karakterlerin izini sürerek bu yargılara varırız. Shakespeare oyunlarını eğer yalnızca oynanmak için yazsaydı, bugüne çok azı kalırdı. Yazdığı otuz sekiz oyunun yirmi dördü bugün eğer başyapıt olarak nitelendiriliyorsa, bence, oyunlarının yalnızca okunmak için yazıldığının da kanıtını burada aramalı.

Dışa söyleyen/gösteren bir anlatıcı; bize bizi gösterir. Ama öyle bir göstermedir ki bu, gizil bütün yanlarımızı ortaya çıkarır. Bazen bunu yergisel biçimde yapar, bazen trajik olanla sunar, bazen de bir çağrı biçiminde söylevsel eda ile seslenir.

Shakespeare okumalarının bu anlamda tiyatro, oyun sahneleme dışında da görülüp okunması gerektiğini düşünürüm. Yani kurmaca bir metin, edebî yazınsal birer anlatı.

Her bir oyununun kurgusal yapısı aslında edebiyatın/kurmacanın gücünü gösterecek düzeydedir. Özellikle başyapıtlarının içinde şu dördünü ele alırsak; Hamlet (1600), Othello (1602) Kral Lear (1603), Macbeth (1605), bu tragedyaları kurgusu, karakter çizimleri, olay örgüsü ve yazarın söylemi açısından öğretici ve yönlendiricidir.

Çağı Yansıtan Bakış

Kuşkusuz Shakespeare tiyatrosu kavramı açısından bakıp onun oyun yazarlığını bir yere koyabiliriz. İngiliz Rönesansı’nın var ettiği gerçekçi bakıştan, tiyatroya getirdiklerine kadar birçok şey söyleyebiliriz.

Kullandığı dilin niteliklerine bakınca da kurduğu edebî söylemin dönem gerçeğinin ötesine geçen bir evrensellikle kuşandığını görmek mümkün. Yani topluma seslenen, ama insanın benlik durumunu asla göz ardı etmeyen, bugün olanın dünden geldiğini, yarın da bunun sürebileceğini derinden hissettiren bir anlatıcı tutumuyla karşımızdadır Shakespeare kurduğu dille.

Evet, onun anlatıcılığında edebiyatın gücünün toplumsal boyutunu da görürüz. Shakespeare çağının hemen ardından romana evrilen bir dünyada onun etkisini görmek mümkündür. Ki, etkinin bugün bile sürdüğünü söyleyebiliriz.

Shakespeare aynı zamanda anlatılarıyla bir yazınsal illüzyon yaratır. Düşü gerçeğe, gerçeği de düşe ve tarihselliğe dönüştürür. Yani, yazının/anlatının konusu her şey olabilir der bize. Şunu da görmemizi ister: İnsan her şeydir, insanın iç dünyasını bilemeyen/göremeyen anlatıcının çağına dair bir şey anlatamayacağını da imler adeta. Çünkü o gerçek, yaşanan zamanın ruhuyla beslenen, var olan gerçekliktir.

Düne dönerken bugünü, bugünü anlatırken ise yarını gösterir. Yazınsal anlatı kalıplarını birer birer oyunlarına taşıması boşuna değildir. Göstermenin bütün göstergelerini kullanır. Çünkü bilir ki oyunun gücü buradadır, sözün gücüyle bütünleşebilen her ritim görsellikle birlikte işitsel/duyusal algıyı da devindirir. İzleyiciyi/okuru izler kılan bütün öğeleri de bir bir çıkarır karşımıza: Merak, ilgi, gülümseme, öfke, iyicillik… Ve her karakterin karşılaşmasından bize yansıyan söz yaşamın enerjisini taşır. Karmaşık olan sahnede sözle aydınlanır. Ve bize hayatın nasıl bir takas, kısasa kısas olduğunu da anlatır.

Gösteren ile gösterileni yan yana getirdiğinde ise karşımızda görüntülenen her şeyin salt sözle değil hayatın enerjisiyle de dolu olduğunu derinden hissettirir. Burada gene yazının/anlatının gücünden söz etmek gerekir. Belki de Shakespeare için nitelendirilen “yüze tutulan ayna” tanımını var eden de onun iyi bir taşıyıcı olmasıdır. Eskil bütün biçimleri, metaforları, söylenleri, öyküleri yeniden kurup biçimler. Anlatısını salt konuşmak üzerine kurmaz; düşündürür, sorgulatır ve de gösterir.

Yaşamına dair şu ya da bu sözler bu yapıtlarını gölgeleyemez bence.

Kurucu Yazar

Her yazarın başlangıç ve bitimlerde başarılı ve başarısız yanları vardır. Geldiği yer, içine doğduğu ortam ve alıp taşıdığı birikim önemlidir. Shakespeare bu anlamda da bir aynadır çağına ve bize. Dante’den yola çıktığını yadsıyabilir miyiz? Ya da tarihten ve kutsal kitaplardan… Efsanelerden, mitlerden… Canterbury Hikâyeleri’ne yolunun düşmediğini kim söyleyebilir? Peki, çağdaşı Cervantes, ötedeki Montaigne de bir şeyler söylemez mi bize Shakespeare ve çağını anlamak için? Ya onun mirasını taşıyan Goethe, Dickens, Tolstoy ve hatta Dostoyevski…

Bir karakter yaratmada bunların hangisi ondan el almamış ki?

Bloom’un şu hatırlatması önemlidir bence; kendimizle nasıl konuşacağımızı öğretir Shakespeare; Hamlet bunun ilk ve tek örneğidir.

O, kendi sınırlarını çizerken edebiyatın da sınırlarını aşar. Yaşamıyla/iç dünyasıyla ilgili çok bilgi yok. Ama onu okuyarak onun ne olmadığını anlarız aslında. Bunu da çizdiği karakterlerde buluruz özellikle:

• Adanmış şair,

• Ama dini bir oyun yazarı değildir. Karakterlerine yansıyanları da okumalıyız aslında. Halka yakın anlatıcılığı da buradan gelir.

Her Shakespeare okuması bizim gerçeklik anlayışımızı değiştirir. Çünkü onun karakter okumaları sürekli ayna tutar bize. Bu açıdan Hamlet’i insana/hayata tutulan bir ayna olarak okumak gerektiğini düşünürüm.

Tanrı merkezli bir çağın içinden çıkıp gelen Shakespeare, duyguyu ve düşünüşü orta malı olmaktan çıkarıp bir biçime sokmuş, belli bir potada eriterek söze dönüştürmüştür. O, büründüren ve gösterendir. Anlam ve yoğunluk katıp yeni düşüncelerle bu gösterdiklerini söyleme dönüştürendir.

Borges’in deyimiyle, o bize öykü anlatmayı öğretendir. İşte bu anlatıcılığının özünde de şu vardır: Kendi benimsediği görüşleri yansıtmaz, farklılıkları ortaya koyar, siz kendinize göre seçin der âdeta. Aslında bunu yaparken de tiyatronun işlevini anlatır bir bakıma. Yani; “Size nasıl geliyorsa.” der. İşte onun bu tutumu her anlatıcı için kuruculuk niteliklerini içerir.

Dönüştürücü

Bu anlamda dönüştürücüdür Shakespeare. Bugün bütün edebî türler ve o türlerde yazanlar üzerindeki etkisini şu iki ayrımda göstermek mümkün:

• Kendine ait bir yazar bilincinin nasıl/neden olması gerektiğini göstermesi,

• İkinci olarak da yazarın/anlatıcının dönüştürücü bir bakışa sahip olması gerekliliği.

Shakespeare’in kurucu/öğretici/dönüştürücü yanını görebilmek, adeta bir anlatı/cı dersi alabilmek için bence Hamlet’i başlı başına analiz etmek yeterlidir. Bu, bize, hem anlatıcı Shakespeare’in özelliklerini verecek hem de bir anlatıcının kurduğu yapıtının duyguda/düşüncede nerede/nasıl durması gerektiğini öğretecektir. Evet, Hamlet’te baştan sona Shakespeare’in bilincini, bakışını adım adım izleriz.

Bir anlatıcının içe dönük bilinçlilik durumu ve anlatısını kurarkenki özgürleşme bakışı/tutumu onun bize taşıdığıdır.

Standhal’in roman kurgusunu okuyup izledikçe (özellikle Kırmızı ve Siyah, Parma Manastırı) bir Shakespeare anlatıcılığıyla yüzleşirsiniz adeta. Onun tuttuğu aynada Shakespeare’in belleği vardır. Benzer izi Dostoyevski’de de sürebiliriz. Ecinnililer, Suç ve Ceza, Karamazov Kardeşler, hatta Budala ve Kumarbaz, Shakespeare’in belleğine başvurulmadan okunamaz.

Shakespeare’i çağdaşımız kılan da budur sanırım. Ama özellikle de andığım şu dört oyunundadır Shakespeare; Hamlet, Othello, Kral Lear, Macbeth. Bunları tek tek çözümleyerek “iyi yazar” olmaya ilk adımınızı atabilirsiniz sevgili okurum. 

Arka Kapak dergisi 32. sayı