A. Yavuz Altun


“Maconda’da hiçbir şey olmadı. Bugüne kadar olmadığı gibi bundan sonra da olmayacak.
Ne mutlu bu kasabaya…” (sf. 268)


Carlos Fuentes, Salman Rushdie’ye şöyle demiş bir gün: “Hissiyatım o ki, Latin Amerikalı yazarlar ‘yalnızlık’ kelimesini artık kullanamıyorlar, çünkü bunun Gabo’ya [Gabriel Garcia Marquez] bir referans olarak düşünülmesinden endişe ediyorlar. Ve korkarım ki, yakında ‘100 yıl’ sözünü de kullanamayacağız.” Bu cümleleri Rushdie, geçen yıl Marquez’in ölümü üzerine, The New York Times için kaleme aldığı yazıda aktarmıştı. Ve Marquez’in Yüzyıllık Yalnızlık’ta hayal ettiği Maconda isimli köyle ilgili şöyle bir not düşmüştü: “Maconda var. Bu, onun büyüsü.”

Birazcık dürüst olmamız gerekirse, büyülü gerçekçilik akımı yahut postmodern edebiyat, aslında kurgusal metinlerin tamamını kapsayan bir üslup. Bunu, Cervantes’in Don Kişot’unda, Binbir Gece Masalları’nda, birçok Avrupalı yazarın Faust’unda, Gogol’un öykülerinde, Kafka’da hatta Joyce’un bitmek bilmeyen tasvirlerle dolu romanlarında görmek mümkün. Rushdie de bunlardan bahsediyor. Tek başına bir odaya kapanıp başından geçen hikâyeyi yazmaya koyulan modern romancının anlattıklarındaki “gerçek” payını çok iyi hesap etmemiz gerekir zaten. Ancak Rushdie bize bunu da hatırlatıyor: “Büyü” kısmına fazlasıyla odaklanıyoruz ancak “gerçek” de en az onun kadar anlaşılmayı hak ediyor.

Bu noktada biz okuyucuların karşısına iki soru çıkıyor: (1) Gabriel Garcia Marquez’in etrafında dolaştığı yahut ta içinden bize seslendiği ve bu kadar etkileyici olan ‘gerçek’ nedir ve (2) büyülü gerçekçiliği mümkün/gerekli kılan şey nedir?

Evet, Marquez yaşadığı coğrafyada büyüye gönül kaptıran ilk yazar değil. Hatta romanda “Katalonyalı bilge kitap satıcısı” kılığına soktuğu Jorge Luis Borges’e saygılarını sunmayı ihmal etmiyor. Bir pasajda Binbir Gece Masalları’ndan hikâyeler naklediyor. Peki, ‘büyü’cülerin en ustalarından kılan şey nedir? Bu sorunun birkaç cevabı var.

  1. Evvela, biz dünya okurlarına hiç bilmediğimiz bir kapıyı açıyor: Latin Amerika kültürünün, gündelik hayatının dili, hurafeleri, masalları, efsaneleri… Marquez’in buradaki ustalığı, hikâyesini bütün bu sözel anlatıların varlığını sürdürdüğü sokaklardan geçirebilmesi. Bunu bir komedyenin yakaladığı ironiyi fazla sündürmeden, tam tadına bırakması kıvamıyla gerçekleştiriyor üstelik.
  2. olarak, Maconda’yı (sıkça başvurulan bir ‘olmayan ülke’ metaforu) ‘her şeyin mümkün olduğu’ bir yere dönüştürerek halkının tarihini anlatıyor: Muhafazakârlarla liberallerin savaşını, askerî cuntaları, sulh hâkimlerini, büyük önderleri ve onların hüzünlü sonlarını; muz fabrikasını, büyük grevi, grevde öldürülen işçileri, o işçileri kâğıt üzerinde hiç yaşamamış gösteren kara giysili avukatları; Çingenelerin, Arapların, Türklerin gelişini; buzun, laternanın, trenin gelişini; görünmez doktorların telepatik ameliyatlarını…
  3. olarak, Marquez biçimsel bir dehaya sahip olduğunu gösteriyor. Tarihin tekerrür etmesi gibi; koca bir 100 yılını anlattığı Buendia ailesinin bireylerinin ve yaşadıklarının tekrar etmesini, eski hikâyelerin kopyalanıp durmasını, yalnızlıkların ve o yalnızlıklara ulaşma serüvenlerinin yinelenmesini, karşı karşıya yahut yan yana gelmiş karakterlerin aralarındaki ilişkilerin sürekli yaşanıp durmasını seyrettiriyor bize. Her tekerrürde biraz daha farklılaşan aile fertlerinin bütün başlarına gelenlerin 100 yıl önce eve gelen Melquiades’in o sıralarda yazdığı bir kitapta bildirildiğini de ailenin son ferdi Aureliano, Maconda kasırgaya kapılıp yeryüzünden ve tarihten silinirken fark ediyor. Böylece roman, karmakarışık ve takibi zor biçim sarayının içinde olabilecek bütün hikâyelerin süreklilik arz ettiği bir görüntüye erişiyor. Marquez, Borges’e saygısını gösterirken, ancak onun kurabileceği bir evreni ondan daha karmaşık bir şekilde inşa etmiş oluyor.
  4. olarak, roman evrensellikle yerellik arasındaki mücadelesini hakkıyla veriyor ve anlatı Latin Amerika sokaklarından süzülüp dünya okuruna ulaşabiliyor. Sıradan insanların basit içgüdüleriyle şekillenen hayatlarını andırdığı kadar, mitolojik kahramanların büyük savaşlarına da benziyor her şey. Katalonyalı kitapçının dükkânında başlanıp genelevde sona eren öğrenci muhabbetlerindeki basitlik kadar, José Arcadio Buendia’nın somut şeyleri arayışındaki bilgelik ve aile fertlerinin bir kısmında görülen geleceği görebilme yetisi gibi olağanüstülükler de yaşanıyor. Bu karmaşa, ulusal yahut yöresel bir bilgiden çok ötede, tıpkı Babil’in bütünleşikliğini araştıran Borges gibi, karakterleri ve hikâyeleri varolmuş, varolan ve varolacak her insanın bir tekillik içinde kavrayabileceği sonsuzluğa taşıyor. “Yiğitliğe laf söyletmemek için” 32 silahlı isyan çıkaran ve hepsinde de yenilen Albay Aureliano Buendia, bu sebeple belki de ölmeden kurtulacağı idam mangasının önünde dururken babasının onu buz görmeye götürdüğü günü hatırlıyor özellikle.
  5. ve son olarak, Marquez dünyanın geri kalanında pek de bilinmeyen kendi toprağının hikâyesini ancak böylesine koyu bir yalnızlık hissini bize yaşatarak, o yalnızlığı bir köprü olarak kullanıp bizim de oraya varabileceğimizi kavrayabildiği için Yüzyıllık Yalnızlık yeryüzünde yazılmış en iyi kitaplardan birisine dönüşüyor. Bu, bize ikinci sorunun cevabını da fısıldıyor. Kendi gerçeklikleri içinde kendince bahanelere üreterek varolan kişiler ya da toplumlar başka gerçeklikler arasında yaşayanlara seslerini duyuramazlar. Haliyle evrenselliğe, Alain Badiou’ca konuşursak tekilliğe (singularity), erişebilmenin yolu da kendi hikâyelerinden süzülecek özü, o hikâyelerdeki ortak duyguyu, o insanların suratlarındaki ifadeyi, açığa çıkarmaktan geçiyor. İşte Marquez de Buendia ailesinin 100 yıllık hikâyesini, insanlığın bütün hikâyesi hâline getirmeyi, hepimizin ortak yalnızlığını kurguya iyice yedirerek gerçekleştiriyor.

Şimdi, “Peki, neden yalnızlık?” diye sorabilirsiniz. Neden başka bir duygu değil? Çünkü büyük romanların neredeyse tamamının harcı yalnızlıktır. Bunun moderniteyle, toplumdan farklılaşmayla, bireyleşmeyle, kendi olmayla, varoluşla ve daha birçok felsefî arkaplanla ilişkisi elbette mevcut. Albay Aureliano Buendia’nın muhafazakârlara karşı liberallerin safında savaştığı hâlde aslında liberal de olmaması ve yiğitlik için savaştığını söyleyerek kendini kandırması gibi bir ruh hali biraz yalnızlık. Toplumdan uzaklaştıktan sonra dâhil olunan yeni klana da ait olmadığını hissedip katmerli bir yalnızlığa düşmek gibi yani. Jose Arcadio Buendia’nın “deli” denilerek kestane ağacına bağlanması ve olayların nihayetinde aslında köyün “en akıllısı” olduğunun anlaşılması gibi… Ve bir yazar için, tarihin, hikâyelerin, insanların onca zaman ve uğraştan sonra hep aynı tuzaklara düşmesinin verdiği yılgınlık hâli gibi bir şey yalnızlık.

Romanın sonuna doğru karanın daha koyu bir tonu olmadığını ve hikâyesinin olabilecek en kara atmosferde ilerlemekte olduğunu keşfeden yazar, biz okurlarına tatlı bir teselli notu bırakmayı ihmal etmiyor: “edebiyatın insanlarla alay etmek için bulunmuş en iyi eğlence olduğu görüşü o güne kadar Aureliano’nun hiç aklına gelmemişti.” (s. 333).

Bu yazı Arka Kapak dergisinin 3.sayısında yayınlanmıştır.