Yunus Emre Tozal

“Her şey çok hızlı geliştiğinde kimse hiçbir şeyden emin olamaz, kendisinden bile…’’  — Milan Kundera

Yavaşlık, çağımız insanının artık muhtaç olduğunu hissetmeye başladığı bir yaşam modeli. İnsanın çevresiyle ve kendisiyle iletişime geçememesi; kendisini zamanın akışına bırakamayışı, onu hız ve tüketim kültürü içerisinde eritmeye başlayarak, pasif ve ne yaptığını bilemeyen bir nesneye dönüştürdü. İnsan, artık yaptığı işlerin tadını, acelecilikten ve hızlı yapışından dolayı gerçek anlamda duyumsayamıyor. İçinde bulunduğumuz yüzyılın getirdiği rekabet kurallarının etkisiyle bir yere yetişme telaşında geçen günlük hayatın rutini, yavaşlıkla fark edilebilecek güzelliklerin kaçırılmasına ve o huzurlu keyfi geride bırakmamıza sebep oldu. Milan Kundera, Yavaşlık kitabında şöyle ifade ediyor:

“Çağımızda unutma arzusu bir saplantı haline gelmiştir, bu nedenle, bu arzuyu tatmin etmek için hız iblisine teslim olmuştur çağımız; kendi anımsamak istemediğini bize anlatmak için hızını artırır; çünkü kendinden bıkmıştır; kendinden tiksinmektedir; belleğin küçük titrek alevini söndürmek istemektedir.”

Kundera’ya göre artık tahammülün sınırları yok. Kimse kimseye azıcık olsun tahammül edemiyor. Sürücüye on dakikadan daha fazlasını kazandıramayacağı kesin olmasına rağmen, radyodan gelen müziğe kulak verip etrafı seyrederek ilerlemenin keyfi, kornaya ardı ardına basmakla heba ediliyor. Güzelliğin ne olduğunu kavrayamaz hale gelen bir insan, hayatından nasıl tat alabilir? Kundera’ya göre yavaşlıkla anımsama, hız ile unutma arasında gizli bir ilişki vardır. Bu yüzden de bir şeyi anımsamak isteyen kimse yürüyüşünü yavaşlatır, buna karşılık, az önce yaşadığı bir olayı unutmaya çalışan insan da elinden olmadan yürüyüşünü hızlandırır. Yavaşlamak, hayatın içerisinde görülmeyeni, fark edilemeyeni fark etme çabasıdır. Aynı zamanda da bir keyif halidir. Neden kâinatın içinde kendisini arayamıyor modern insan? Yavaşlığı kaybettiği için elbette. Yavaşlığın keyfini yitirdiği için… Kendisini birtakım şartlara ve tüketim kültürüne adadığı için. Peki Kundera’nın da sorduğu gibi: “Yavaşlığın keyfi neden yitip gitti böyle?”

salyangozun-izinde-1

Salyangozun İzinde
Türkiye’nin Sakin Şehirleri
Kolektif
Anı Yayıncılık

TÜBİTAK desteğiyle yapılan bir araştırmada elde edilen bulgular, geçtiğimiz aylarda Anı Yayınevi tarafından yayımlandı. Özgül Birsen, Doç. Dr. Şule Yüksel Özmen, Doç. Dr. Haluk Birsen ve Uzm. Şerife Özgün Çıtak’ın kaleme aldığı Salyangozun İzinde Türkiye’nin Sakin Şehirleri kitabı, ülkemizde son yıllarda özellikle ekoloji, yeşil ve sakin yaşam isteğiyle birlikte artan farkındalığı, çevre bilincini inceliyor. Dünya o kadar hızlandı ki insanlar yeniden yavaşlamayı keşfediyor. Yeni şehirler kuruyor, yeni yaşam alanları inşa ediyor. Avrupa’da başta İtalya olmak üzere Avusturya, Danimarka, Almanya, Hollanda, Norveç, Polonya, İspanya, İsveç ve İngiltere ile Güney Kore ve Avustralya gibi 25 ülkeden 150 küçük nüfuslu kentin üyesi olduğu “Sakin Şehirler” örgütlenmesine Türkiye’den ilk katılan, İzmir’in Seferihisar ilçesi olmuştu. 2009’da Seferihisar’ın üye olmasının ardından 2011 yazında Muğla’nın Akyaka, Aydın’ın Yenipazar, Çanakkale’nin Gökçeada ve Sakarya’nın Taraklı ilçeleri, 2012 yılında Isparta’nın Yalvaç, Kırklareli’nin Vize ve Ordu’nun Perşembe ilçelerinin başvuruları kabul edilmişti. Türkiye’nin ilk sakin şehri olan İzmir’in Seferihisar ilçesinin başlattığı akımda üyeliği kabul edilen 14 yerleşim yeri dışında üyelik başvurusunda bulunan biri il, diğerleri ilçe veya belde olmak üzere 24 yerleşim merkezinin de inceleme süreci devam ediyor. Sakin şehir unvanına sahip 14 kentin 13’ü ilçe, biri ise mahalle konumunda. Adaylık süreci devam eden 24 kent arasında ise ilk defa bir il merkezi olarak Sinop yer alıyor. Diğer adayların ise çoğunluğu ilçelerden oluşuyor. Kitap, yavaş şehirlerin çevre iletişimi bağlamında analizi, çevresel toplumsal katılım, işbirliği ve uzlaşma stratejilerinin yavaş şehirlerde nasıl sağlandığının belirlenmesine yönelik bir araştırmayı konu ediniyor.

Yaşam kalitesini arttırmayı hedefleyen “Yavaş Şehir” oluşumda, yaşamın sakinliği ve yavaşlığı her alanda uygulanmaya çalışılıyor. AVM ve büyük marketler yerine pazarlar, bakkal ve esnaflarla yerel bir kalkınma modeli öngörülüyor. Son moda araçların yerine bisikletler tercih ediliyor ve araçlar şehir merkezinden uzak tutulmaya çalışılıyor. Yaya yollarının arttırılmasından genişlemesine, insanların yaşamını kolaylaştırılması adına birçok alanda düzenlemeler yapılıyor.

Nereden çıktı “yavaş şehir”?

1986’da Roma’da ünlü İspanyol Basamakları Meydanı’nda bir fast food dükkânı açılır. Başta gazeteci Carlo Petrini olmak üzere birçok kanaat önderi ve esnaf, İtalya gibi mutfağıyla gurur duyan bir ülkenin kalbinde dünyanın her yerinde bulabileceğiniz böyle bir dükkânın açılmasına karşı çıkar. Tepkiler sonuç verir, dükkân kapanır. Bu zafer, “Slow Food”u bugün 150 ülkede 100 binden fazla üyesi olan bir sivil toplum örgütü haline getirir. Yemek kavramının karın doyurmakla sınırlı olmadığını, yemek yemenin tohum aşamasından sunumuna kadar iyi, temiz ve adil olması gerektiğini savunuyor Slow Food Hareketi. Hareketin doğumundan 13 yıl sonra, felsefesinin kentlere uygulanmasıyla Cittaslow Birliği kuruldu. 1999’da Greve in Chianti Belediye Başkanı Paolo Saturnini önderliğinde üç belediye başkanı tarafından kurulan Cittaslow Birliği “yavaş” felsefesine ve kendi özelliklerine sahip çıkan kentlerin bir araya geldiği bir birlik haline geliyor. Cittaslow yönetimi birliğin yavaş kimliğinin bozulmaması için yeni üyelerin gerçekleştirmesi gereken 59 adet kriter belirliyor (şu anda kriter sayısı 72). Cittaslow kavramı, küreselleşmenin getirdiği sıradanlaştırmaya karşı gelen kentlerin kendi değerlerine sahip çıkarak kalkınmasını öngörüyor. Kentlerin yerel yemeklerine, esnafına, kendi gelenek, görenek ve tarihine sahip çıkmasını ve onları koruyarak dünya üzerinde diğer milyonlarca kentten farklı bir noktada bulunmasını ön plana çıkarıyor.

Nüfusu 50 binin altındaki kentler için “Yavaş Felsefesi”

Cittaslow, nüfusu 50 binin altındaki kentlerin üye olabildiği, kentlerin kendi gelenek-göreneklerinin yanı sıra yemek kültürü ve tarihsel kimliklerini korumalarını öngörüyor.  Cittaslow’u küreselleşmenin şehirlerin dokusunu, sakinlerini, yaşam tarzını standartlaştırmasını ve yerel özelliklerini ortadan kaldırmasını engellemek için Yavaş Yemek (Slow Food) hareketinden ortaya çıkmış yerel bir kalkınma modeli olarak tanımlayabiliriz. Birliğe üye olan kentlerin ve üye adaylarının “Yavaş Felsefesi”ne bağlı kalmaları ve bu çerçevede hareket etmeleri için belirlenen 59 adet üyelik kıstası arasında; çevre, altyapı, teknoloji, misafirperverlik, farkındalık ve yavaş yemek gibi başlıklar bulunuyor. Dolayısıyla yavaş şehirlerde, süpermarket ya da McDonald’s aramanın bir anlamı yok.

“Yavaş Şehir” kriterleri, gürültü ve trafiği yok etmek, yeşil alanları ve yaya bölgelerini artırmak, yerel üretim yapan çiftçilerle bu ürünleri satan dükkân ve lokantaları desteklemek ve yerel estetik öğeleri korumak gibi 50’den fazla taahhüt içeriyor. Yavaş Şehir olarak adlandırılmak ve salyangoz logosunu kullanabilmek için de üye şehrin önce kontrol edilmesi, daha sonra da dedektifler tarafından düzenli olarak denetlenmesi gerekiyor. Bu bildiriye göre bir kentin Yavaş Şehir olup olmadığını belirleyen hareket, Cittaslow’un, genel kuralların belirtildiği bir manifestosu, bu vasfı almak isteyen kentlerin imzaladığı kurum sözleşmesi, üye şehirler listesi ve bir yıllık toplantı programı bulunuyor.

Sürdürülebilir Yaşam Alan›: Sakin fiehirler

Sürdürebilir şehir anlayışını merkezde tutan Cittaslow felsefesi, doğayı yeniden sahiplenmeyi ön şart kabul ediyor. Doğayı yok eden anlayış, yeniden üretime geçerek doğayı kazanmak zorundadır. Doğaya kimseye zarar vermeyecek bir anlayışla yaklaşmak, tutumluluk, sosyal ilişkiler, paylaşmak, ortak iyilik gibi unutulan kavramları da yeniden hatırlamaktır. Teknolojinin ve “hep daha fazlasını kazan” dayatmasındaki ekonomik sistemin içinde daha fazla çırpınmamak için sürdürülebilir yaşam alanları inşa etmek zorundayız. Gelecek nesillerin hakkını ve hukukunu koruyarak, onlara daha iyi bir dünya bırakarak, yaşam alanlarımızı yeniden; düşünerek inşa etmeliyiz. Cittaslow’a göre sürdürülebilirliğin üç temel ayağı vardır. Bir düşüncenin ya da hedeflenen projenin sürdürülebilir olması için ekonomik, çevresel ve sosyal olması zorunludur. Sürdürülebilirliğin sağlanması için bu üç bağlamla da ilişki geliştirebilmeli, gelecek planı şekillenmeli ve toplumla birlikte geleceğe aktarılmalıdır. Çevre sorunları karşısında huzurlu bir yaşam alanı inşa edebilmek, çevrenin ve toplumun birbiriyle uyumundan ortaya çıkabilecektir. Bir şehrin Cittaslow olması demek, o şehrin dokusunun, renginin, müziğinin ve hikâyesinin uyum içinde, şehir sakinlerinin ve ziyaret edenlerin tat alabilecekleri bir hızda yaşanması demektir. Yerel zanaatları, tatları ve sanatları sadece eskilerin hatırlayabildiği kavramlar olmaktan çıkarıp hayatın içine tekrar koyabilmek, eylemlere ve faaliyetlere dökebilmeye çalışmak demektir. Hayatın tek amacının bir yerlere yetişmek olmadığını, içinde bulunan andan zevk alınması gerektiğini insanlara hatırlatmaktır.

Bu yazı Arka Kapak dergisinin 34.sayısında yayınlanmıştır.